Necip Tosun ::: EDEBÎ ESERLERDE ETKİ VE İNTİHAL         
Necip Tosun
İnceleme/Eleştiri 
 
 EDEBÎ ESERLERDE ETKİ VE İNTİHAL


Etki, intihal (çalıntı) edebiyat dünyasının en tartışmalı konularından biridir. Edebiyat dünyası birbirine benzetilen eserlerle doludur. Kim kimden ne kadar almış, kim kimden etkilenmiş, nasıl etkilenmiş yoğun bir şekilde tartışılır. Burada yaşanan en büyük karmaşa etki ve intihal kavramlarının tespitinde oluşur. Çoğunlukla bu iki kavram birbirine karıştırıldığından, etki nerede başlar nerede biter, intihalin sınırları nerelerdir sorularına sağlıklı cevap bulunamadığından tam bir kaos yaşanır.

Sanatçı, eseriyle, eğer o dokunmasaydı, duygusal ve gerçek dünyada yaşam alanı bulamayacak bir duyguya, olaya, nesneye, değer/güzellik katarak, yeni bir tasarımla var edip ortaya çıkarır, hayat verir. Bunun için de imgeleri, hayal gücünü, yaratıcı yeteneğini kullanır. Kuşkusuz eser, kolektif bir duyarlığın ürünü değildir. Sanatçının biçimlendirdiği, anlam yüklediği, keşfettiği bir şeydir. Yaratıcı gücün ürünüdür ve orijinaldir. Sanat eseri, yaratıcı estetik bir süreçten sonra var olur ama bu da deneyimden, duygudan, bilgiden ya da çok daha değişik deneyimlerden farklı "yeni bir oluş" olarak dışlaşır. Bu süreçte özgürlük, öznellik, bağımsızlık sanatsal yaratının temel şartlarındandır. Öykünme, bağlılık, güdümlülük sanatsal yaratının özüne aykırıdır. Çünkü buyrukla çalışan bir "yaratı"dan söz edilemez. Siparişle üretilen imgelem bir yaratı değildir; imgelem özerktir.

Bu anlamda eser, her şeyden önce yeni bir yaratımdır ve özgün olmak durumundadır. Etki ve yansıtma kaynaklı tutumlar, yapay, taklit girişimler bir yazınsal uğraşın eser olma vasfını kaybetmesine yol açar. Onun sanatsal bir ifade olmasının tek ölçütü başka biri tarafından dile getirilmemiş olması yanında üreticisine/yazarına bağımlı olması, onun elinden çıkmış olmasıdır. Bu sanatsal imge, her durumda bir yaratıcı etkinliğin eseridir ve yegâne özelliği özgünlüktür. Yazar tüm deneyimleri, tutkuları, estetik anlayışıyla esere damgasını vurmuştur. Bir başka deyişle sanat ve edebiyatta önemli olan, doğru ve güzel şeyleri iyi bir kompozisyonla sunmak değil; onu yeni bir söyleyişle, yeni bir bakış açısıyla kişisel, özgün bir biçemle dile getirmektir. Bu da kendinden öncekileri tekrar değil, buluş, keşif ve bu içeriğin başka türlü anlatılamamasının seçeneksizliği, yazarın oluşturduğu yeni durumdur.

Peki yazar bu süreci yaşarken yol açıcılardan etkilenmeyecek midir? Kendinden önce yapılmış, yazılmış olanlarla ilişkisi nasıl olacaktır? Gerçekten de söylendiği gibi "bir başka roman anımsanmadan yeni bir roman yazılamaz" mı? Bütün bunlar sanat/edebiyatın en sorunlu alanlarından biridir ve etki, esinlenme, intihal, kaynak ve örtüşmüşlük gibi temel unsurlar etrafında sıklıkla tartışılmıştır. Hiç kuşkusuz, eğer "bağımsızlık", "özgünlük", "yaratıcılık" günümüzde olduğu gibi sanat ve sanatçıyı tanımlayan temel kavramlar hâline gelmemiş olsaydı, muhtemelen biz de şimdi "intihal", "etki", "esinlenmek" olayını tartışmıyor olacaktık. Çünkü 18. yüzyıla kadar sanat/edebiyat algısında bu tür kavramların adı bile yoktu. Bu yüzden de "intihal", "etki", "esinlenmek" sanat gündeminde tartışılan bir konu değildi. Bütün bunlar "yazıyla" birlikte sanat/edebiyatın gündemine girmiştir. Sözlü kültürde, şiirler, hikâyeler, tiyatrolar, "insanlığın ortak malı/birikimi" olarak kabul edildikleri için, kimse bu ortada dolaşan metinlerle ilgili olarak bir mülkiyet hakkı iddia etmiyordu. İsteyen istediği gibi kullanıyordu. Dönemden döneme, bunları söyleyenler, anlatanlar, aktaranlar bu metinler üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulanabiliyor, dönüştürüp, değiştirebiliyordu. Çünkü sanat günümüzdeki gibi ne "biricikleşmiş" ne de "kutsallaşmıştı". Önemli olan bunları kimin söylediği, kimin bestelediği, kimin yaptığı değil, bunların ne anlattığıydı ve daha da önemlisi hangi işlevi gördükleriydi.

Larry Shiner'in tespitlerine göre bu ilk dönemde, sanatçı ve zanaatçı ayrımı yapılmamıştı ve şimdi sanatçı olarak adlandırdığımız insanların çoğu, himayeyle çalışan bir işçi konumundaydılar. Bunların yaptıkları iş de sanatsal bir yaratımdan çok, bir siparişin ücret karşılığı yerine getirilmesinden ibaretti. O dönemde yaratıcı bireysellik, özgünlük, sanatçı bağımsızlığı söz konusu dahi değildi. Önemli olan müşterileri memnun etmekti. Ressamlar, tiyatro yazarları, şairler hep böyle sanat yaşamlarını sürdürürlerdi. Sanat çoğunlukla kolektif olarak üretilir, "ilk söyleyenin", hiçbir önemi olmazdı. Yazarlar, sanatçılar da bunu problem etmezlerdi. Ta ki sanatın kutsallaşmasına kadar. Larry Shiner sanatın kutsallaşma, biricikleşme serüvenini şöyle anlatır: "Çoğu zanaatçı/sanatçı sipariş üzerine çalışırdı; sipariş veren müşteriler genellikle istedikleri ürünün içeriğini, biçimini ve malzemesini sözleşmede ayrıntılarıyla açıklar, bu ürünü hangi mekân ve amaç için düşündüklerini de belirtirlerdi. Bundan başka, ister fresk çiziminde (Rapheal), ister çok-yazarlı tiyatro ürünlerinde (Shakespeare), isterse de besteciler arasındaki serbestçe melodi ve armoni alışverişlerinde (Bach) olsun, sanat üretimi genellikle işbirliği içerisinde gerçekleştiriliyor, tek bir sanat eseri birçok akıl ve elin bir araya gelmesiyle üretiliyordu." Başkasının adına ve onun gönlüne göre yapılan bu iş (dahası üretim) kolektif bir çabanın ürünüydü ve günümüzdeki "eser" ve "yaratıcılık" algısının çok uzağında bir işlev görüyordu. Walter J. Ong, "bağımsızlık", "özgünlük", "yaratıcılık" kavramının sanat için kullanılmasının sözlü kültürden yazılı kültüre geçilmesiyle birlikte başladığını belirtir. Bunu somutlaştıran ise matbaanın icadıdır: "Elyazması devrinde metinler arası ilişki gayet olağan sayılırdı. Bu kültürde, eski sözlü dünyanın geleneğine bağımlı olunduğundan, başka metinlerden alıntı yaparak, başkasının metnini uyarlayarak, ortak, özünde sözlü olan kalıp ve temaları kullanarak, bile bile metinlerden metin üretmek yaygın bir uygulamaydı; buna karşın, yazı olmaksızın mümkün olmayacak yepyeni yazınsal biçimler de üretebilmişlerdi. Matbaa kültürünün koşullandırıldığı zihniyet ise bambaşkadır. Basılı yapıt, başka metinlerden ayrı, tek başına bir 'kapalı' birim oluşturur. Tek bir yapıtı öbürlerinden daha uzaklaştıran, yapıtın özü ve anlamını, en azından ideal olarak, dış etkenlere bağlamayan 'özgünlük' ve 'yaratıcılık' türünden romantik kavramlar, matbaa kültürünün ürünüdür." Geleneksel Doğu anlatılarında yazarlar aynı hakikati anlatma peşinde olduklarından, etkilendikleri yazarları gizlemez, etkilendikleri yazarları ya da sevdikleri metinleri bizzat hikâyelerinin içinde anmaktan çekinmezler, edebiyatı ortak bir hikmeti ortaya çıkarmak olarak algılar, hangi dili konuşursa konuşsunlar, hangi coğrafyada bulunurlarsa bulunsunlar bu hakikat edebiyatıyla birbirini besler ve ortak bir anlayışın edebiyatını yaparak medeniyetin, hakikatin sesini yükseltirler. Konusu, sevgisi ve mesajı halkın kalbine nakşolunmuş mesneviler, Doğu klasikleri pek çok yazarca yeniden üretilmiştir. Aslında bu tavır, öncelikle bilinen bir hikâyenin kendi dillerinde, anlayışlarında "yeniden" yaratılmasıdır. Dolayısıyla ilk amaç kendi dillerinde söylemektir. Arap ve Farisilerin mesnevilerinin Türk yazarlarınca yeniden yazılmasının ilk amacı budur. Ama bunlar bir çeviri faaliyeti değil yeniden yaratımdır. Çünkü pek çok eserin yeni dilde, konu dışında tümüyle değiştiği, yeni bir kimliğe kavuştuğu görülür. Ancak çeviri yaklaşımı tek başına açıklayıcı değildir. Çünkü bir yandan bu yeniden yazma bazen aynı dilde de yapılmaktadır. Buradaki amaç da üstatların konularını zenginleştirmek ve bu konuya kendi damgalarını vurma ihtiyacıdır. Yazarlarının ifadeleriyle, bu yeniden yazma, "tazeleme", "can verme", "yeniden söyleyişle güzele yeni bir kıyafet giydirme" girişimidir. Bu nedenle Mantıku't-Tayr, Yusuf ile Züleyha, Leylâ ile Mecnun, İskendernâme, Mevlit, Cemşid ile Hurşid, Ferhat ile Şirin aynı ve farklı dillerde defalarca yazılmıştır. Şeyh Galib Hüsn ü Aşk'ta Firdevsî, Nizâmî, Fuzûlî'yi anar. Şahnâme'ye pek çok atıf vardır, Rüstem'e, Mansur'a, Behrâm'a göndermelerde bulunur. "Çaldımsa mirî malı çaldım" diyen Şeyh Galib bu sözleriyle bir anlamda hakikat peşindeki Doğu'nun hikâye poetikasını da özetler.

Benzer hikâyeler yazan yazarlar sebeb-i teliflerinde, bunu açıklıkla tartışırlar. O yazarların eksiklerini vurgulayarak, onları kıskandıracak şeyler yazacaklarını, hatta geçeceklerini iddia ederler. Çoğu bunu bir "yarış" olarak görürken kimi de "cevap" olarak değerlendirir. Hatta yeniden yazdıklarının, orijinal eserleri unutturacak kadar iyi olacağını belirtirler. Ele aldıkları eserleri yeniden yazarken bunları bir eserden çok bir "efsane" olarak görmeleri, herkesin bildiği "anonim hikâyeler" olarak değerlendirmeleri de ilginçtir. Osmanlı mesnevi yazarları çoklukla yeni bir eser, özgün bir eser ortaya koymak ve Türkçenin gücünü göstermek istediklerini belirtirler. Mesnevi yazarlarının "boy ölçüşme", "onları geçme", "üstün eser ortaya koyma" peşinde oldukları gibi asıl amaçlarının büyük mesnevi yazarlarına eklenme olduğu açıktır.

Fuzûlî, Leylâ ile Mecnun'un "sebeb-i telif"inde aynı hikâyenin niye tekrar tekrar anlatıldığını şöyle izah eder: "Mecnûn Acemde çoktur. Türkler arasında bu efsane yoktur. Bu destanı yaz. Bu eski bahçeyi tazele!" Görüldüğü gibi hikâyeyi bir başka dile aktarmak, hikâyeyi yeniden anlatmanın temel amaçlarından biridir. Geniş bir coğrafyaya yayılan medeniyetin Arapça, Farsça ve Türkçe gibi temel dillerin eserleri bu yaklaşımla birbirine aktarılır. Ancak asıl "bu eski bahçeyi tazele!" sözü bu yeniden yazmaları izah eden emsalsiz bir yaklaşımdır. Çünkü aynı hikâyeyi bir kez daha anlatmaktaki asıl amaç o bahçeyi "yeşertmek"tir. Yani amaç eski bahçeyi tazelemek, yeşertmek, yeni kokular, güzellikler için yeniden dizayn etmektir. Bahçe aynıdır ama yetiştirilecek ağaçlar, çiçekler yeni yazarının olacaktır. Ona damgasını yeni bahçıvanı/yazarı vuracaktır. Bu gerçekten olağanüstü güzel bir benzetmedir. Bu bahçede belki temel ağaçlara dokunulmayacaktır ama renk renk çiçekler, yeşillikler, havuzlar, başkaca değişiklikler yapılabilecek, belki kurumuş ağaçlar sökülecektir. Zamanın ruhu, anlayışı o bahçeyi biçimleyecektir. Artık bahçe yeni sahibinindir ve onun zevkini, yeteneğini yansıtacaktır.

18. yüzyıldan sonra ise sanat ve sanatçının kutsallaşması ve matbaanın icadıyla birlikte eser, özgünlük kavramı sanat edebiyat dünyasında yer bulur bu da beraberinde eserleri koruma olayını gündeme getirir. İntihal tam da burada tartışılmaya başlar. "İşkenceci", "yağmacı", "söz hırsızı" bu işe yeltenenlere verilen en hafif sıfatlar olur. Kurumlar da harekete geçer ve telif hakkı yasalarla güvence altına alınır. Sonuçta sanatçı ve edebiyatçıların büyük tedirginlik duydukları, kimi eleştirmenlerin, araştırmacıların ise büyük zevk aldıkları intihal bu dünyanın bir sorunu olarak ortaya çıkar. Sanat edebiyat tarihinin en ateşli tartışmaları intihal üzerinden yapılır. Pek çok yazar intihalle suçlanır, kimi haklı, kimi haksız zan altında kalır. Ama bu dönemde kavramların çerçevesi net olarak çizilemediği için tam bir karmaşa yaşanır. Etkilenme nedir, intihal nedir, bunların sınırları nerede başlar nerede biter soruları hakkıyla ayrıştırılamaz. Ancak etki, esinlenme, intihal, kaynak ve örtüşmüşlük 1960'lara gelindiğinde "metinler arasılık" kavramıyla yeni bir zemine oturur. Metinler arası da bu çerçevede 'her şey daha önce söylenmiştir' düşüncesinden kaynaklanır. Mihail M. Bahtin, Roland Barthes, Micheal Riffaterra, Laurent Jenny, Gerard Genette metinler arası kavramını genişletip, zenginleştiren yazarlardır. Bu yazarlardan olan Julia Kristeva'ya göre "hiçbir metnin daha önce yazılmış başka metinlerden bağımsız olarak yazılamaz, açık ya da kapalı bir biçimde her metnin daha önce yazılmış metinlerden izler taşır ve önceki metinleri anımsatır."

Metinler arasının yazarın içinde yaşadığı toplumla, dönemle, yaşam koşullarıyla ilişkilendirilen disiplinin bir başka yönü olduğu söylenebilir. Bu disiplinde de yazarın metninin daha önce yazılmış metinlerden bağımsız olamayacağı düşüncesi savunulur. Bu gerçekten de itiraz edilemez bir durumdur. Çünkü her yazar, kendinden önce yazılmış eserleri peşinen var kabul eder. Örneğin hiçbir romancı eserini oluştururken, Dostoyevski, Faulkner, Joyce, Proust yokmuş gibi davranamaz. İster bu yazarlara kendini uzak ister yakın hissetsin, bunların varlığını bilerek eserini oluşturur. Türkçe yazıyorsa, Ahmet Hamdi Tanpınar'ı, Kemal Tahir'i, İsmet Özel'i, Sezai Karakoç'u, Oğuz Atay'ı düşünerek yazar. Farklı bir anlayışı, kurguyu, sanat algısını benimsemiş olsa bile yazarken onların varlığını hep hisseder. Dolayısıyla onun yazdıklarını, öncekilerden tümüyle bağımsız düşünmek olası değildir. Peki ama bu ilişki hangi düzeyde gerçekleşir?

Parodi, pastiş, metinler arasılık, alıntı gibi kavramların açılımları bilinmeden, iki metin arasındaki her benzerliğin, göndermenin "intihal" olarak nitelendirilmesi yanlıştır. Oysa intihal dışındaki bütün metinsel göndermelerde yazar bunu bile isteye yapar ve metni yeniden üretir. Gönderge yaptığı metinleri gizlemeye çalışmaz, onu değiştirir, dönüştürür. Metni tümüyle kendisine mal eder. Ama intihalde öncelikle bir gerçeği, orijini gizleme amacı yatar ve bu tutum etik bir sorun olarak karşımıza çıkar. Aktulum, İntihal'i (gizli alıntı-aşırma-plagiat) şöyle tanımlar: "Bir yazarın kendi düşünsel çabasının sonucu olmayan bir yapıttan, kimi bölümleri ya da bütünü ayraçlarla belirtmeden, aşırıya varacak derecede, olduğu gibi kopyalanması, yazarın adının yerine kendi adını yazması, böylelikle bir başkasının metnini kendi metniymiş gibi göstermesi, onu sahiplenmesidir. Yine gizli alıntı, başkalarının düşüncelerini, uğraş vererek ulaştıkları düşünsel sonuçları kendisininmiş gibi gösterme çabasıdır. Ya da başkalarının yapıtlarına ait tümceleri değiştirerek benzerini yazmak, başka bir yazarın yapıtının özünü, ortaya attığı yeni düşünceyi kendisininmiş gibi göstermektir." Burada yapılan hiç şüphesiz "yazar taklidi"dir. Bir yazarın üretim sürecine, çabalarına, sancılarına sahip çıkmadır. İntihal aşamalarını şöyle sıralamak mümkündür. Yazar taklidi yapan kişi öncelikle bu metni sahiplenmiş, oradaki duygu ve düşüncelerle tam bir örtüşmüşlük yaşamıştır. Sonra bu metni kesinlikle kendisinin yazamayacağına inanmıştır. Ardından da bu metnin bir başkası tarafından değil de kendisi tarafından yazıldığının bilinmesini arzu etmiştir. Son aşama ise bu metnin gerçek sahibini gizlemeyi amaçlamıştır. Kestirmeden gidersek, onları bu yola iten temel nedenin, yazarlık özentisi ya da yazarlık taklidi yapma arzusu olduğu söylenebilir. Yazar taklidi yapan kişiler böylece, gerçek bir yazarın saygınlığını üzerlerine örtmek isterler. Ancak edebiyat, sahteliği üzerinde fazla barındırmayan bir yapıda olduğu için, bu örtüler çabucak solar, çürür ve sonuçta gerçek yüz ortaya çıkar. Bütün bunlara karşın, intihal edebiyat dünyasında hep var olmuştur. Çünkü insanın bir başka yüzle tanınma, bilinme arzusu hiç bitmez.

Mirî malının, insanlık birikiminin yankılanmasında, çoğalmasında elbette garipsenecek bir durum yoktur. Ancak yağmalama, talan etme, dönüştürerek, başka bağlama çekerek orijini etkisizleştirme girişimi, hele onu kendine mal etme elbette hoş görülemez, bağışlanamaz. Burada dikkat edilmesi gereken husus, yukarıda saydığımız intihal için gerekli olan temel şartların tümüyle yerine gelmiş olmasıdır. Bu yüzden her etki, esinlenme, kaynak ve örtüşmüşlüğü intihal olarak nitelememek gerekir. Carlos Fuentes bir öyküsünün yazılış serüvenini anlatırken, öyküsünün pek çok benzerinin dünya edebiyatında var olduğunu belirledikten sonra şöyle der: "Bu dünyada babasız bir kitap, öksüz bir cilt var mıdır? Başka kitapların soyundan gelmemiş bir kitap? İnsanlığın yazınsal imgeleminin o ulu soyağacının bir dalı olmayan tek bir kitap sayfası var mıdır? Geleneksiz yaratım var mıdır? Öte yanda, gelenek yenilenmeksizin, yıllar boyu yaşamış öyküleri yeni yaratımlarla yeniden yeşertmeksizin yaşamını sürdürebilir mi?" Aslında burada önemli olan biraz da eserin "yaratım süreci" ve yazarın niyetidir. Ortada büyük bir benzerlik varsa bile, yazar bunu isteyerek mi yapmıştır, orijinini gizlemeye mi çalışmıştır yoksa bu benzerlik bir bilinç yanılması mıdır sorularının cevabını bulmak gerekir. Umberto Eco Gülün Adı romanının, Emile Henroit'in Bratislav'nın Gülü adlı romanından intihal olduğu ileri sürülünce, metinler arası benzerliğin, örtüşmüşlüğün bile isteye değil kimi kez bilinç dışı oluştuğunun örneklerini verir. Dolayısıyla yaratım sürecinin bilinmesi, yazar taklidi yapılıp yapılmadığını da ortaya çıkarır. Şu da akıldan çıkarılmamalıdır ki, yazar taklidini sadece acemi yazarlar yapmaz. Büyük yazarlar, kendilerini kanıtlamış yazarlar da kimi eserlerinde yazar taklidi yapabilirler.

İntihalle "etkilenme" pek çok durumda karıştırılır. Edebiyat dünyasında her etkilenme çoğu kez intihal olarak değerlendirilir. Oysa bir yazarın diğer bir yazarla ruh ve duygu dünyası arasındaki örtüşmüşlükte, özdeşlikte şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü her yazar kendini bir başka yazarın dünyasına yakın hissedebilir, ondan etkilenebilir. Önemli olan taklide düşmeden, etkinin özümsenmiş ve yeni bir kimlik, kişilik kazanmış olmasıdır. Ancak etki sözcüğü, bir yazarın ana kaynakları belirtilirken eleştirmenler hep bir tedirginlik yaşarlar. Aynı tedirginliği yazarlar da yaşar. Tomris Uyar edebiyatta etkiyi şöyle izah eder: "Etki tılsımlı bir sözcük sanki, değdi mi her şeyi, herkesi bozabilir, kırıp geçirebilir. O yüzden etkiden söz açmaktan, birini incitmekten korkarız. Bu çekingenlik, etkinin sınırlarını tartışmaktan da kaçınmaya zorluyor bizi. Kimimiz gerçekten etkilendiğimiz (iyi de ettiğimiz) yazarların adlarını saymaktan bile kaçınıyoruz sorulduğunda. Özümsenmiş, değişime uğramış etki ise edebiyatı kalkındırmıştır." Gerçekten de bir yazarı, diğer bir yazarın yazdıklarıyla ilişkilendirdiğimizde yazara bir haksızlık yapmış hissine kapılır, "ama kendi özgün sesini de bulmuştur" cümlesini eklemek zorunda hissederiz kendimizi. Sanki bir yazarı bir başka yazarla ilişkilendirmek kötü bir şeymiş gibi. Çünkü o sesin bir başkasına ait olduğu yargısına ulaşılabilir diye çekiniriz.

Harold Bloom Etkilenme Endişesi'nin peşine düşmüş ve "Her şair başka bir şairle ya da şairlerle diyalektik bir ilişkiye (aktarım, tekrar, hata, iletişim ilişkisine) yakalanmıştır." demiştir. Bloom'a göre gerçek şiir tarihi, şairlerin şair sıfatıyla başka şiirler yüzünden nasıl ızdırap çektiklerinin tarihidir. Çünkü şiir, etkilenme endişesinden doğar. Oysa "Bir şairin duruşu, Söz'ü, muhayyel kimliği, tüm varlığı eşsiz olmalı ve eşsiz kalmalıdır, aksi takdirde şair olarak yok olacaktır." Edebiyat dünyasında, öncüler, yol açıcılar, bir şeyi ilk görüp ilk yansıtanlar hep etki tartışmalarında odak olurlar. Özellikle etkileyen kişi olarak. Ama onların da bir etkiyle yazdıkları çoğunlukla göz ardı edilir. Bu nedenle etki konusunu öykü bağlamında değerlendirirsek, öncelikle öncü/kurucu öykücülere bakmamız gerekir. Modern öykünün kurucu adlarından biri olan Gogol sıradan bir memur olan Akaki Akakiyeviç'e "palto"sunu giydirip St. Petersburg'un soğuk sokaklarına gönderdiğinde, bir anlamda öykü türünün de tümüyle kaderini değiştirmiş oluyordu. Çünkü bu öyküyle sadece kendi ülkesinin yazarları olan Tolstoy, Dostoyevski ve Çehov'u değil, değişik tonlarda ve biçimlerde pek çok ülke öykücüsünü de derinden etkiliyor; herkesi paltosunun içine alarak yol açıcı, öncü bir işlevi yerine getiriyordu. Bu yüzden "Hepimiz Gogol'un Palto'sundan çıktık" sözü, genel bir doğrunun izahı olarak kabul görüyordu. İşte etki, bu "Palto" öyküsünün öncülüğünü ve yol açıcılığını kabul etmek, intihal ise bu "Palto"ya sahip çıkmak, benim demektir.

Yazarlar, büyük yazarların yol açıcılığında ilerlerken, onların yaptıklarını tekrar etmeyip edebiyatın imkânlarını, getirdikleri yerden bir adım daha ileri taşırlar. Özgün yazar tutumu bunu gerektirir. Ama bir yazarın kendi cümlesini söylemesi her şeye değer. Kendi seçimiyle, doğrularıyla, sezgisiyle baş başadır. İç sese ve dilin imkânlarına sığınmıştır ve onun yol göstericiliğinde ilerler.

Yazar kendi olmaya başladığında farklılaşma başlar. Yazar, kendine, içine, kalbine döndükçe, etkilenmenin gölgesi azalır. Çünkü artık yazdıkları hem öncenin hem de kuşağının edebiyat anlayışının eleştirisine dönüşür. Ödünç bir sesle konuşan yazar, hiçbir zaman kendi sesini bulamaz. Kendisine ait olmadığı hâlde kendisine mal ettiği ses, gerçek sesleri her zaman bastırır. Sanatsal yaratıya ulaştığı ân, başkasının sesini bastırıp kendi sesini ortaya çıkardığı ândır. Sonuç olarak etkilenme, yazın dünyasında kaçınılmaz bir gerçekliktir. Önemli olan gerçek yazar ve sanatçı ile bunların taklidini yapan kişileri ayırt edebilmektir. Bunun temel belirleyicisi ise zamandır. Gerçek belli bir süre gizlenebilir ama zaman er ya da geç o tül perdesini aralar.

Larry Shiner, Sanatın İcadı, Ayrıntı Yayınları, 1. Baskı 2004, s. 26.

Walter J. Ong, Sözlü ve Yazılı Kültür, Metis Yayınları, 1. Baskı 1995, s. 158.

Fuzûlî, Leylâ vü Mecnûn, Hazırlayan: Hüseyin Ayan, Dergâh Yayınları, 5. Baskı 2011. s. 76.

Kubilay Aktulum, Metinlerarası İlişkiler, Öteki Yayınları, 2. Baskı 2000, s. 103-104.

Carlos Fuentes, Kendim ve Ötekiler, Can Yayınları, 1. Baskı 2003, s. 57.

Harold Bloom, Etkilenme Endişesi, Metis Yayınları, 1. Baskı 2008, s. 104.





Yayın Tarihi : 28.01.2024

 
         
Yorum yazmak isterseniz...
İsim
@-posta Adresiniz
@-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.
Yorumunuz
Güvenlik kodu
 
  Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır
 
Okunma Sayısı: 424