Necip Tosun ::: ÖYKÜ ROMAN FARKLILAŞMASI /NECİP TOSUN         
Necip Tosun
İnceleme/Eleştiri 
 
 ÖYKÜ ROMAN FARKLILAŞMASI /NECİP TOSUN


Edebî türler arası ilişkiler edebiyat dünyasının her zaman en çetrefilli konularından biri olmuştur. Türlerin kendi doğaları, sınırları ve diğer türlerle olan farklılıkları, benzerlikleri bu tartışmaların odağını oluştururken varılan sonuçlar da yeni tartışmaya kapı aralamıştır. Doğrusu bunda şaşılacak bir şey de yoktur. Çünkü malzemesi dil olan edebiyatın türleri arasında her zaman bir geçişkenlik söz konusudur. Özellikle günümüzde her edebî tür kendi özgünlüğünü korumakla birlikte, biçimsel denemelerle yeni arayışlar içerisine girmekte, bu da türler arası ilişkiyi yoğunlaştırmaktadır. Bu nedenle türlerin olmazsa olmaz gereklerini tespit edip kuramsal çerçevelerine ilişkin kesin yargılarda bulunmak mümkün olmamaktadır.

Öykü-roman ilişkileri bu tartışmalarda oldukça "nazik bir zeminde" seyretmiştir. Bu kuram/eleştiri yazılarında öykünün bağımsız, özgün bir tür olduğu vurgusu öne çıkarılarak bir "öykü savunusu" gözlenir. Öykünün kendi kendisine yeterli, bağımsız bir tür olduğu, özellikle "roman"la karşılaştırılarak yapılır. Bunun elbette anlaşılabilir bir nedeni vardır. Çünkü öykü kimi zaman roman için bir geçiş süreci, hazırlık dönemi olarak nitelendiği için, öykü-roman farklılaşmasını derinleştirmek, neredeyse öykünün özgünlüğünün ortaya çıkarılmasıyla eş anlamlı görülmüştür. Bundan dolayı yazarlar, onun romandan farklı bir yanını vurgulama ihtiyacı hissetmişlerdir.

Peki, roman ve öykü ilişkileri ülkemizde nasıl bir serüven yaşamıştır? Bilindiği gibi Türk edebiyatında "hikâye" çok geniş anlamlar içeren bir kavramdır. İlk dönemlerde roman için bile "hikâye" terimi kullanılmıştır. Örneğin Halit Ziya'nın "roman" üzerine yazdığı kuramsal kitabının ismi Hikâye'dir. Halit Ziya kitabının girişinde romana roman demeyip niçin "hikâye" dediğini şöyle açıklar: "Osmanlı edebiyatında layık olduğu önemli yere ulaşamayan türlerden biri de yabancı bir kelime ile ifade etmektense Osmanlı diline duyduğumuz saygı gereği 'hikâye' ismini vereceğimiz edebî türdür." Daha sonra roman terimi kullanılsa bile aynı anlamda hikâye teriminden de vazgeçilmemiştir. Namık Kemal; "Avrupalılar roman yolunu o derece ileri götürmüşlerdir ki, bu gün her mütemeddin milletin lisanında ahlakça ve hatta maarifçe istifade olunacak binlerce hikâye bulunabilir." derken roman ve hikâyeyi aynı anlamda kullanır. Bu karışıklık, edebî tür olarak "hikâye"nin gölgede kalması sonucunu doğurmuştur. O güne değin birbirlerinin yerine kullanılan hikâye-roman farkına ilk dikkat çekenlerden biri Nabizâde Nâzım olmuştur: "Hikâye, vak'anın sadece nakil ve rivayetinden ibarettir. Tafsilata tahammülü yoktur. Âdeta hikâye bir romanın hulâsası demektir. İnfiâlât-ı şedideye de tahammülü yoktur. Ne söylenecekse birkaç sahife içinde söyleyip bitirilivermelidir. Fakat her hulâsada olduğu gibi bunda da marifet vukuatın canlı noktalarını tefrik ve intihabdadır." Recaizâde Ekrem de durumun farkına varmıştır. O, roman yerine "büyük hikâye", hikâye yerine de "küçük hikâye" demeyi uygun görmüştür. Ama ilerleyen zamanla birlikte edebiyat dünyamızda "roman" ve "hikâye" terimleri gerçek anlamlarında kullanılmaya başlanmıştır.

Son dönemlerde hikâye yerine öykü terimi yaygınlık kazanmıştır. Dil tartışmalarına girmeden söylersek, hikâye yerine öykü sözcüğünün benimsenmesi, bir anlamda yerinde olmuştur. Çünkü daha çok anlatılan şey, olay ve konuyu kapsayan bir terim olan hikâye, öyküyü içermekle birlikte, gündelik dilde geniş bir anlam alanı olduğu için yanlış anlaşılmalara neden olmaktaydı. Oysa modern bir form olan öykü, hikâyenin belli bir disiplinle anlatılmasıydı. Böylece öykü sözcüğüyle birlikte, yeni form olan öykü de yeni adına kavuşuyordu. Artık roman, öykü değil hikâye anlatıyor; roman da öykülerden değil, hikâyelerden oluşuyordu.

Öykü, terim olarak romandan bağımsızlaşsa da aralarında hiyerarşik bir ilişkinin olmadığının anlaşılması için biraz daha zamana ihtiyacı vardı. Çünkü bu seferde öykü, kimilerince acemilik, çıraklık işi, roman ise ustalık işi olarak görülmektedir. Aslında bu anlayış yaygın olmasa da ilk dönemlerden bu yana hep dillendirilmiştir: "Ufak hikâyeler yazmak büyüklerini tanzime muktedir olmayan ashâb-ı acze münhasır"dır. Bir yazar için öykü yazmaya devam etmek (orada kalmak) gelişimi tamamlayamamaktır.

Öykü ülkemizde bu serüveni yaşarken dünyada da benzer bir serüven yaşamıştır. Bütün bunlara rağmen geçtiğimiz yüzyılda Çehov, E. A. Poe, Mansfield, Hemingway, Faulkner, Borges gibi büyük yazarlar tarafından en yetkin örnekleri verilerek edebiyat dünyasında ağırlığını, etkinliğini iyice hissettirmiştir. Ama bu bile öykünün kuram ve poetikasının oluşturulmasını sağlayamamıştır.

Öykü ile roman farklılaşmasında, pek çok yazar çeşitli görüşler ileri sürmüştür. Biz burada hikâye, dil, uzunluk-kısalık, anlatıcı-okur ilişkisi, bir etki yaratmak başlıklarıyla bu farklılığı anlamaya çalışacak, anlatım imkânlarını karşılaştıracağız. Bu karşılaştırmada tek amacımız, farklılıkları ortaya koymak, teknik düzeyde kalmaya özen göstermek olacak. Elbette edebî türleri çarpıştırıp birinin diğerine üstünlüğünü tayin etme girişimi anlamsız, nafile bir çaba. Has edebiyatın dili aynıdır ve türler birbirlerinin rakibi değildir.

Öykü ile romanın ortaya çıkışı (yazılışı) iki tür arasındaki temel farklılıklardan biridir. Roman daha çok bilgilerle, araştırmalarla, notlarla yazıldığı ve yazılışı da uzun bir süreye yayıldığı için, o ilk duygudan (romanın doğduğu ân) uzak bir oluşum serüveni yaşar. Romancı bu uzun yaratma sürecinde romanın doğuşunu besleyen duygulanımları/etkilenimleri aynı tonda sürdüremez. Öykü ise çoğunlukla yazardan böyle bir zaman talep etmez. Kısalığından kaynaklanan bir özellikle, ilk duyguyla, ilk izlenimle yazıldığından ilk doğuşa ve duyguya sadık kalır. Bu yüzden romana göre hem gerçekliği hem de sanatsal oluşumu tam olarak yansıtır. Recaizâde Ekrem'in "Roman bir tablodur. Yazar önce şekilleri belirler. Sonra boyalarını karıştırır ve fırçasını dilediği şekilde kullanarak taslağı ortaya koyar. Bundan sonra taslağı boyayarak şekillendirmeye başlar. Öykü ise bir minyatürdür. Bunun roman gibi taslağı olmaz. Üzerinde fazla oynanmaya gelmez. Anlatılmak istenen bir çırpıda yazılmalıdır." sözü bu farklılığı çok iyi ortaya koyar. Bu boyama sürecinde romanın ilk doğuşunda beliren renkler değişebilir, şekiller de bir başka şeye dönüşebilir. Ama öyküde süreç ne kadar uzun olursa olsun (yazılış süreci) etki/odak aynı olduğundan, doğuş ânına göre bir yabancılaşma gerçekleşmez.

Öyküyle romanın farklılaşmasını sağlayan bir diğer öğe, hikâye/anlatılan şey/konu unsurudur. Oysa öyküyle roman arasında kurulan en önemli benzerlik, ikisinin de hikâye anlatan tür olmasından kaynaklanıyordu. Ne var ki "hikâye", öyküyle roman türünün benzerliğine değil, farklılığına işaret eden bir öğedir. Çünkü her ikisi de "hikâye" anlatmasına rağmen, "aynı hikâye"yi anlatmazlar. Öykü ve roman kendi doğalarına/yapılarına uygun hikâyelere ihtiyaç duyarlar. Bir adım daha ileri giderek şunu söyleyebiliriz: Kimi hikâyeler vardır ki ancak öyküleştirilir kimi hikâyeler vardır ki ancak romanlaştırılabilir. Öykülük bir hikâye "uzatılarak" romanlaştırılamaz. Ya da romanlık bir hikâye özetlenerek öyküleştirilemez. Başarısız öykü ve romanlarda bu yaklaşımların izini görmek mümkündür. Öyküler bir araya getirilerek roman oluşturulamaz. Söylemeye bile gerek yoktur ki öyküler, romandan bir bölüm değildir. Her biri apayrı bir gerçekliği temsil ederler.

Peki, roman ve öykü, aynı hikâyeyi anlatamaz mı? Elbette anlatabilir. Ama hikâyeye bakış açıları, ele alışları, yapıları gereği birbirinden farklı olur. Romancı hikâyesini, konusunu enine boyuna anlatır, pek çok şeyi kullanır; çünkü önünde sonsuz bir yazı alanı vardır. Romanın hacim sıkıntısı yoktur ve neredeyse istediği her şeyi değerlendirir. Hem roman bunu kaldırır hem de okur, beklentisi gereği, bunu anlayışla karşılar. Bu bağlamda Tolstoy'a yakıştırılan kimi hikâyeler vardır: "Hatırlıyorum, George Moore, Tolstoy'dan söz ederken, 'on iki jüri üyesini o kadar ayrıntılı anlatıyor ki, dördüncüsüne gelindiğinde okur ilkini unutmuş oluyor,' demişti. Tolstoy'un belki de roman yazdığı zamanlar geceyarıları uyanıp kendi kendine 'içine bir at yarışı koymayı unuttum, bir baloyu anlatmalıyım, kâğıt oynayan adamlar olmalı,' dediğini söylemişti." Öykü ise bütün bir hayatı temsil eden, simgeleyen, işaret eden bir ânı, bir görüntüyü bulur ve onu anlatır. Başka bir deyişle seçme yapar. Yapısı gereği böyle yapmak zorundadır. Çünkü roman kadar önünde uzun bir serüven yoktur. Ama seçme yaparken hayatı atlamaz, es geçmez onu temsil eden işareti tespit eder ve aktarır. H. E. Bates tam da bunu söyler: "İçine görüşler, gözlemler, etik değerler, sahne süsleri doldurduğunuzda kısa öykü çöker. Oysa Viktorya dönemi romanı bu öğelerle ayakta duruyordu." Bu nedenle roman ile öykü farklı hikâyelere ihtiyaç duyar. Örneğin öykü, baloda bir enstantane üzerinde yoğunlaşır ve onun hikâyesini anlatırken, romancı balodaki pek çok insan üzerine hikâyeler kurmak zorundadır. Onların geçmişleri, aileleri, hayatları üzerine...

Marquez'in "Günlerden Bir Gün" adlı öyküsünü hatırlayalım. Bu öyküde kasabaya zulmeden bir diktatör (Belediye Başkanı), beş gündür ağrıyan dişini çektirmek için dişçiye gelir. Ama kasabanın diplomasız dişçisi Aurelio Escovar diktatörün dişini çekmek istemez. Çünkü diktatör yirmi arkadaşını ölüme göndermiştir. Ama fazla direnemez, diktatör tarafından öldürüleceğini anlayınca istemeye istemeye de olsa dişi çekmeye karar verir. Yine de bir şekilde hıncını almak istemektedir. Diktatörü koltuğa oturtur. Dişçi, diktatörün dişine bakar ve "Bu dişin uyuşturulmadan çekilmesi gerekiyor, çünkü apseli." der. Diktatör mecburen kabullenir. Ve dişçi onun apseli dişini kerpetenle çeker. Büyük bir acı yaşayan Belediye Başkanı'nın gözlerinden yaşlar boşanır. Dişçi sanki bütün hıncını almış gibidir. Ona temiz bir bez uzatarak: "Gözyaşlarınızı silin." der.

Bu müthiş ironik durum, roman ile öykünün, hikâyeye yaklaşımını çok güzel ortaya koymaktadır. Márquez eğer bu hikâyenin romanını yazsaydı, önce diktatörü tanıtır sonra onun zulmü altında inleyen insanları, o dönemi uzun uzun anlatırdı. Ve hepimizin diktatörden yeterince nefret etmesini sağlardı. Ne var ki Márguez hikâyeyi öyküleştirirken bütün bu hayatı, olayları simgeleyecek bir olayla (diktatörü dişçi koltuğuna oturtup uyuşturmadan dişini çektirterek), sahneyle veriyor. Ama seçilen sahne yaşamdan, hikâyeden bir kesit olmuyor, bütün hikâyeyi izah eden, ortaya çıkaran ve bütünlük arz eden bir imge, bir fotoğraf oluyor.

İkisi de düzyazı olmasına karşın öykü dilinin roman diline göre farklı olduğunu söyleyebiliriz. Öykü, hikâyesini, yoğunlaşmış, damıtılmış, simgeleşmiş bir dille anlatır. Bazen de soyutlama ve sembollere başvurur. Çünkü öykücü, söyleyeceği şeyleri en kısa ama en net ve vurucu şekilde söylemek/anlatmak durumundadır. Öykü, gereksiz kelimeleri, gevezeliği kaldırmaz. Fazladan, gereksiz tek bir kelime bile öykünün kurduğu dünyayı bozmaya yeter. Bu da yoğun anlatımın gerektirdiği tempolu ve iç ritimli anlatımdır. Yapısı gereği öykü günlük konuşma diline mesafelidir. Bu gerçekten dolayı öykü, günümüzde artık geleneksel formunu terk ederek imgesel, simgesel anlatımın peşine düşmüştür. Bu da onu romanın doğasından uzaklaştırıp şiirin doğasına yaklaştırmıştır. Modern öykü artık kelimenin gücünden ve çağrışımından yararlanırken, konuşma diline uzak durarak vurucu ve net bir anlatımı arıyor. Öykü özellikle "durum öyküleri"nde, "atmosfer öyküleri"nde düzyazının sınırlarını aşıyor. Romanın ise dille gerilimi bu denli yoğun değildir. Bu yüzden o dili germez, orada bir arayış içerisine girmez. Zaten o uzunlukta şiirsellik, yoğunluk, gerilim ve ritmi tutturamayacağı için düzyazıya ve onun sınırlarına bağlı kalır.

Öyküyle roman farklılaşmasında belki de en güçlü sınır çizgisini, uzunluk-kısalık yaklaşımıyla çekebiliriz. Çünkü yazınsal metin olarak öykü kısa, roman uzundur. Peki bunun ölçüsünü bulmak mümkün müdür? Özellikle Amerikan öykü kuramcıları, farklılaşmayı sözcük sayısına dayandırmayı tercih etmişlerdir. Ama rakamlarda tam bir anlaşma sağlanamamıştır. İki bin ile otuz bin sözcüğü kapsayan öykülere "kısa öykü", iki bin sözcükten daha az olanlara "kısa kısa öykü" denmiştir. Kimileri de beş yüz sözcük yaklaşımıyla bir tanımlama yoluna gitmiştir. Kısalığı sözcük yanında sayfalarla ilişkilendirenler çıkmıştır: "Beş on sayfalık düzyazı türü." Bunu elli ile yetmiş beş sayfaya kadar çıkaranlar vardır. Forma sayısı bile bu arayışta bir öğe olarak yerini almıştır. Poe ise, kısalığa, hacim belirleme çabalarına çok daha farklı, belki de en sağlıklı yaklaşımı getirmiştir: "Öykü bir oturuşta okunacak kadar kısa olmalı ki öykünün dramatik etkisi bozulmasın." Roman içinse hiçbir hacim belirlemesi yoktur. O istediği kadar uzun olabilir. Ancak öyküdeki kısalık, bir güdüklüğe, tıkanıklığa, soluksuzluğa tekabül etmez; öykünün yapısal özelliğinin gerektirdiği doğal bir seçim olarak ortaya çıkar. Borges'e bir eleştirmen sormuş: "Senyör Borges, söyler misiniz öykülerinizi niçin bu kadar kısa tutuyorsunuz? En uzunu bile 10-15 sayfayı aşmıyor. Borges kör bir yazar. Karşısındakinin elini aramış, bulduktan sonra da demiş ki: Bozmaktan korkuyorum da onun için."

Poe, romanın bir oturuştu okunamayacağı için hikâyedeki bütünlük hissinden yoksun olduğu görüşündedir. Öykü okuru, bir oturuşta öyküyü bitirmeyi düşünür. Kendini ona göre hazırlar. Romanda ise onun parçalı dünyasını ve aralıklarla okumayı kabullenir. Bu nedenle öyküde anlatıcı okur ilişkisi daha etkin ve erken kurulur. Romanda etki parçalandığı için bu ilişki daha geç ve zamana yayılır. Friedman'a göre: "Okuyucu bir romanı okurken onu bir oturuşta bitiremeyeceğine göre, romanı belirli bir yerine gelince bırakacak, bir süre sonra da okumaya kaldığı yerden devam etmeden önce romanının okuduğu bölümlerinde neler olduğunu kısaca hatırlamaya çalışacaktır." Romana kaldığı yerden devam eden okur için okuduğu sayfaların anlamı ve etkisi azalmıştır. On, on beş güne yayılan roman okuma zamanı okurda etkinin dağılmasına neden olur. Okur romana her oturuşta yeni baştan bir okumaya girişemeyeceğine göre, (yazar da her bölüm başına özet yerleştiremeyeceğine göre) yazarın gözettiği bütünlük/devamlılık/etki okurda tam olarak gerçekleşemez. Çünkü okur, romana ara verince ilgisi dağılır. Ama öyküde anlatıcı-okur ilişkisi daha etkin gerçekleşir.

Ama bütün bunlar ancak tek tek öyküler için geçerlidir. Oysa öykü kitapları için bunları söylemek zordur. Bunların gerçekleşebilmesi için pek çok şartın bir arada olması gerekir. Örneğin okurun kitaptan bir öykü okuyup bırakması daha sonra kitabı yeniden ele alması bunlardan biridir. Oysa öykü kitabını baştan sona kadar okumaya karar vermiş biri için öncelikle geniş bir zamana ihtiyaç vardır. Bu da öykünün kısalık avantajının sona ermesi demektir. Öte yandan okur, öykü kitabında birbirinden kopuk temalarla, kahramanlarla karşılaşacaktır. Burada da öykünün "tek etki" fonksiyonu zaafa uğrayacaktır. Tek tek öykülerde bir etki yaratılacak ama her etki birbirinden farklı olacaktır. Kitaplaşma düşünüldüğünde anılan sorunları aşan tek çözüm, "tematik bütünlük" yaklaşımıdır. Tematik bütünlüğün sağlandığı öykü kitapları, okura bir bütünlük hissi vermektedir. Elbette bu bir zorunluluk olmamakla birlikte, tematik bütünlük öykülerin okurda etkisini artıran ve kitabı kalıcı kılan önemli bir özelliktir. Böylece her öykünün, parçanın ayrı ayrı etkisi ve tadı olmakta ve kitap bittiğinde bütün bunlar bir merkezde ışıldamaktadır. Çerçeve öykü anlayışı bu beklentinin bir yansımasıdır.

Poe, öykünün romandan farklı olarak tek bir etki yaratmak ve etki/izlenim bütünlüğü peşinde olduğunu belirtir. Öyküde Poe'nin sözünü ettiği tek etkiyi yaratmak için de karakter/mekân azlığı, anlatımın bir olay etrafında örülüşü, bütünlük/çarpıcılık gibi öğelerin gerçekleşmesi gerekir. Bütün bunlar için gerekli olan şey odaklaşmadır. Peki, öyküde odaklaşma nasıl gerçekleştirilir? Odaklaşma hem karakter hem de olay üstünde olmaktadır. Anlatım vurgusu, yan karakterlere kayar ya da başkaraktere nazaran yan karakterlere ağırlık verilirse anlatım bütünlüğü sarsılır. Birden fazla kahramanın öyküde sivrilmesi, öykücü için bir başka öykünün kapısının açıldığını gösterir. Öykücü o vakit kahramanı bir başka öyküye taşır. Karakter yanında olayda da bir odaklaşma gözlenir. Bir öyküde sayısız olaya gönderme, etkiyi bozar. Etki ancak tek bir olayla derinleştirilebilir.

Öykücü tek bir "merkezî nokta" tespit eder ve öyküsünü ona göre kurar. Artık öyküye giren her şey o merkezî noktayı sağlamlaştırmak, güçlendirmek ve açığa çıkarmak için kullanılır. Her şey bu merkezî nokta etrafında gelişir. Konuda ve karakterde odaklaşma gerçekleşmez, dağılırsa, öyküde bütünlük sağlanamaz ve o tek etki gerçekleşemez. Öyküde mekân, eşya, olay, durumda odaklaşma, o tek etki için elzemdir. Amaç bütünlüktür çünkü: "Kısa öykü bir ok gibidir. Tek atışınız vardır. Yönünün ve hızının doğru olması gerekir. Mükemmel bir gerilim. Okçunun sağlam bileği. Kısa öyküde hata yapacak zamanınız ve yeriniz yoktur. Her şey görünür. İlk tümcede doğru tonu yakalayamamışsanız, unutun gitsin. Sürdürmek gereksizdir. Bir romanda yazarın sabıra, zamana, kendini vermeye, ayrıntıları yakalayacak bir göze gereksinimi vardır. Kısa öyküde gerekli olansa, esinlenme ve şanstır."

Sadece anlatacağı şeyi güçlendirecek ayrıntılar öyküye girer. Tek etki üzerinde yoğunlaştığı ve bir bütünlük gözettiği için eğer "tüfek gözükmüşse o mutlaka patlamalıdır." Öyküye hiçbir nesne veya durum "öylesine" girmez. Okur üzerinde tekil bir etki yaratabilmek için bunlar kaçınılmazdır. Öyküyü bütünlüğe ulaştırmanın yolu, öyküye giren her şeyin kendi içinde anlamlı bir bağlantı oluşturmasıyla mümkündür.

Romancının önünde geniş bir zaman vardır. İnsanlar, doğarlar, büyürler, ölürler. Dönemler açılır, dönemler kapanır. Ancak öykücünün öyküsel zamanı kısıtlıdır. Hatta kimi kez bu sadece bir sahne bile olabilir. Romancı bir karakteri tanıtmak için sayısız olaya/duruma başvurur. Elbette romanın sivrilen bir kahramanı vardır. Ama roman onunla sınırlı kalmaz. Okura bir karakter galerisi sunar. Pek çok insan romana girer çıkar. Romancı kimi karakterleri asıl kahramanı öne çıkarmak için kullanır. Oysa romancı kadar imkânı olmayan (ne sayfası ne zamanı) öykücü "kestirmeden" gitmek durumundadır. Burada seçme ve temel özelliğin öne çıkarılması devreye girer. Bir karakterin ilginç bir yanı, çarpıcı bir duygusu, hareketi, eylemi öyküleştirilir. Öykücü, karakterlerin bütün özelliklerini tanıyabileceğimiz bir olayı/durumu anlatır. Bu seçiş uygun ve yerinde olursa okur "niye, niçin" sorularını sormaz. Bu bağlamda roman ile öykü arasındaki farkı belki de en güzel şekilde Nahid Sırrı Örik'in 1928'de yazdığı şu cümlelerinde bulmak mümkündür: "Romancılıkla küçük hikâyecilik arasındaki farkları, hudutsuz denizlerde büyük gemi idare etmek ve yahut gemilerle hınca hınç dolu bir dar limanda bir küçük vapuru yanaşacağı iskeleye vardırabilmek suretiyle de tarif mümkündür."

Kuşkusuz burada yaptığımız sadece öyküyle romanın ayrılan yönlerini vurgulamak. Yoksa hiçbir şekilde türlerin değerini karşılaştırmıyoruz. Genel anlamda konuşursak bir başına türün değeri tartışılmaz, ancak ortaya konmuş edebî metnin değeri tartışılabilir. Temel ölçüt, hangi türde yazılırsa yazılsın onun hakkını vermek, nitelikli ürünler ortaya koymaktır. Değilse Dostoyevski, Virgina Woolf, James Joyce, William Faulkner, Oğuz Atay, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi büyük romancıların yazdıklarını kim tartışabilir.

(Necip Tosun, Modern Öykü Kuramı, Hece Yayınları, 3. Baskı 2018, s. 205)

Halit Ziya Uşaklıgil, Hikâye, YKY, 1. Baskı 1998, s. 21.

Necat Birinci, Nâbizâde Nazım, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., 1. Baskı 1987, s. 16.

Recâi-zâde Ekrem'den aktaran: M. Kayahan Özgül, "Hikâyenin Romanı", Hece, Türk Öykücülüğü Özel Sayısı, Ekim / Kasım 2000, Sayı: 46/47, ss. 33-34.

Richard Burgun, Borges ile Söyleşi, Mitos Yay., 1. Baskı, s. 94.

H. E. Bates, Kısa Öykü: Yazınsal Bir Tür Olarak, Bilge Kültür Sanat Yay., 1. Baskı 2001, s. 17.

Sevinç Özer, "Küçük Öykünün Büyük İktidar Alanı", Düşler, Öyküler, Sayı: 6, Şubat 1998, ss. 86-100.

Feyyaz Kayacan, "Öykü Nedir", Türk Dili Dergisi, Türk Öykücülüğü Özel Sayısı, Temmuz 1975, Sayı: 286, s. 40.

Aysu Erden, Kısa Öykü ve Dilbilimsel Eleştiri, Gendaş Yay., 1. Baskı 2002, s. 35.

Isabel Allende, "Kısa Öykü", Adam Öykü, Kasım / Aralık-1997, Sayı:13, ss. 66-75.

Nahid Sırrı Örik, "Roman ile Novella Üstüne", Bülent Aksoy, Hikâye Sanatı Üstüne Yazılar, Pan Yay., 1. Baskı 2009. ss. 54-59.





Yayın Tarihi : 27.05.2020

 
         
Yorum yazmak isterseniz...
İsim
@-posta Adresiniz
@-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.
Yorumunuz
Güvenlik kodu
 
  Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır
 
Okunma Sayısı: 1671