Necip Tosun ::: MEHMET ÂKİF ERSOY YALNIZLIĞI / NECİP TOSUN         
Necip Tosun
İnceleme/Eleştiri 
 
 MEHMET ÂKİF ERSOY YALNIZLIĞI / NECİP TOSUN


Tarihin büyük yalnızları kendilerini gönüllü olarak kuyuya atan Yusuflardır. Ama bir farkla. Bir çocuk değil, büyümüş, görmüş geçirmiş bir Yusuf olarak oradadırlar. Yaralanmış, örselenmiş, rüyalarına sığınmış Yusuflar olarak. Mehmet Âkif Ersoy da bunlardan biridir. Aslında Mehmet Âkif Ersoy ile yalnızlık kelimelerini yan yana getirmek ülkemizin yakın dönemde yaşadığı dramın da bir simgesidir. Bir milletin İstiklal Marşı'nı yazmış Mehmet Âkif Ersoy'un ömrünün son on bir yılını yurt dışında, Mısır'da geçirmiş olması ülke olarak yaşadığımız tüm dramların da bir simgesidir. İster "boykot", ister "gönüllü sürgünlük", ister "hicret" diyelim Ersoy bütün yaşananlardan da sonra içine dönmek, kendi yalnızlığında ruhuna değmek istemiştir. Safahat'ın son bölümü olan "Gölgeler" onun bu psikolojisini çok iyi yansıtır. Kurtuluş Savaşı'nın adım adım, ruh ruh, cami cami içinde yer almış, şiir anlayışı tümüyle toplumsal temaları yansıtan bir şair nasıl olur da toplum dışına düşer. Oysa o, büyük mücadeleden sonra büküle büküle, kırıla kırıla kalbine sığmıştır. Zaten başka gidecek yeri de yoktur. Kendi deyimiyle "Afrika'da bir münzevi"ye dönüşür. Hiç kuşkusuz İstiklal Savaşı'ndan sonra ülkede olup bitenler onu üzmüştür. Muhalif seslerin, dergilerin, gazetelerin susturulduğu, partilerin kapatıldığı, insanların öldürülüp tutuklandığı, hayatını verdiği dergisi Sebilürreşad'ın kapatıldığı, pek çok arkadaşının tutuklandığı, yakın arkadaşının vatana ihanetten yargılandığı, kendisinin de polis tarafından takibinin yapıldığı bir ortamda bir anlamda hicret kaçınılmaz hâle gelmiştir. Tüm bu olup bitenlerle birlikte dostları tarafından etrafının boşaltılması da onu yaralamıştır. Bu baskı ortamında ona yaklaşmaktan, Sebilürreşad'ta yazmaktan pişman olanlar bile çıkar. Bütün bunlardan sonra Âkif için susmak, görünmez olmak, kuyuya sığınmaktan başka yapacak bir şey kalmaz. Çünkü ne yapsa boşluğa düşecek, söz anlamını yitirecektir. O da içine çekilmekten başka bir yol bulamaz.

Mehmet Âkif Ersoy, altı yüz yıllık cihan imparatorluğunun çöküş dönemine ve bir ulusun istiklal mücadelesine tanıklık etmiş büyük bir mücadele ve dava adamıdır. Bir şair, vaiz ve eylem adamıdır. Onun en önemli özelliği bütün bunların birbirinden ayırt edilemez oluşudur. Çünkü "memleket meseleleri" onun en temel önceliğidir. Şiiri neyse vaizi odur, eylemleri neyse sanat anlayışı odur. O, toplumun en çalkantılı, bezgin döneminde, şiirleriyle, vaizleriyle insanlara ufuk, ümit ve iman vaat etmiştir. Âkif, bu yüzden duruş, tavır alış aksiyondur. Sanatı da, hayatı da, adanmış bir sanat, adanmış bir ömürdür. Âkif, devrin şartlarının hazırladığı bir edebî kimlik giyinmiştir. Ziya Gökalp gibi, Ömer Seyfettin gibi misyon adamıdır. Hayat-sanat-iman-mücadele onda iç içe olmuştur. Şartlar sürekli bir haykırış, isyan, vecd halinde olmasını gerektirmiştir. Çünkü içinde yaşadığı gerçekliğin bir ürünüdür. Onun şiirinin gücü, düşüncesinin gücünden kaynaklanır. Nâzım'ın "Âkif, inanmış adam," dizesi, aslında her şeyi özetler. Onun için her zaman dava adamı, mücadele adamı denmesi boşuna değildir.

Âkif, Tevfik Fikret gibi Nazım Hikmet gibi davasının şiirini yazmıştır. Döneminin sosyal, siyasal, ekonomik olaylarını şiirine taşır. O kadar ki, bir şiirinde, hayalle ilişkisi olmadığını, ne gördüyse onu yazdığını söyler. Açıktır ki Âkif, savaşlar, kıyımlar, ekonomik çöküntü, açlık, hastalık karşısındaki duyarlığını açık etmek ister. Onda gerçeği yansıtmak temel amaçtır. Toplum sorunlarına duyduğu derin ilgi onun saf sanat yapmasını engellemiştir. Dava şiiri yazarken, şiir ile hikâye arası bir biçim oluşturur. Bir imparatorluğun çöküşüne tanıklık belki de ancak böyle oluşturulabilirdi. Bu nedenle, "Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!" der bir şiirinde.

Mehmet Âkif Ersoy ateşten günlerde var oldu. Ateşten serinliğe kaçıp gölgede huzur içinde yaşayabilirdi. O ise bizzat ateşin içine attı kendini. Bir semender gibi ateşe kendini alıştırdı. Yandıkça yandı. Ah bile demedi. Ateş söndüğünde küllerini bile dışarıya taşıdı. Ülkesine yük olmadı. Nurettin Topçu onun büyük yalnızlığını şöyle anlatır: "Büyük adamların başka bir vasfı da münzevi oluşlarıdır. Onlar kalabalığın içinde yalnız yaşarlar. Şehirlerin insan yığını, onlar için hoşça seyredilen bir manzaradır. İç hayatlarında yalnızdırlar. İlham perisi yalnız yaşayan ruhların ziyaretçisidir; onların dostudur. 'Yalnız Gezenin Hülyaları'nda cemizeyet karşı gayzlerini taşıran yalnızlığında ruhunun huzurunu hisseden Rousseau gibi Lamartin de 'Çölde, Büyük Yalnız imanı içinde yalnız başına ölmenin' hasretiyle yanıyordu. Victor Hügo, cemiyetten kaçıp tabiata sığındığı yerde, 'Orman ağaçları, insanlar kaçıp Allah'ı aradığımı gördünüz' diye haykırırken aynı hasretin çilesini çekmektedir. Âkif'in inzivası halk içinde idi. O, cemaatin içinde çilesini doldurdu. Sonra bu cemaatten ona ne kaldı? Her parçasını birine, 'dostum' veya 'kardeşim diyerek, veyahut bütün samimiyetle isimlendirerek ithaf ettiği eserini, bu kardeşleriyle dostları didik ettiler. Kimi onu inkılâbı anlamadığını, kimi dindarlığındaki hulûsu, ölümünden sonra tenkit ve târiz vesilesi yaptı. Dostları bakımından en talihsiz bir insan bu adamdı, denilebilir. Bu fani hayatı sevdiren ve yaşanmaya değerli yapan insanlardır. İnsanlardaki samimiyetsizlik, hayattan usandırır."

Mehmet Âkif Ersoy ülkesini hayal kırıklıkları, acılar içinde terk eder. Onun ruh hâli en iyi son dönemde yazdığı şiirlerine yansır. Son dönem şiirleri derin bir hayal kırıklığını yansıtır. Bu şiirler, hayata, ülkesine, dostlarına sitemdir. Olaylara, durumlara tümüyle inancını yitirmiş, olup bitenlerde etkisinin yok hükmünde olduğunu görmüştür. Bir kaçıştan çok bir protestodur. Kurulan devletin en zor anlarında içinde olmuşken, sıra pastadan pay alma aşamasına geldiğinde o geri durmuştur. "Hiçbir kapı, altından geçerken Âkif'i eğilmeye mecbur edemediğinden" o dimdik, eğilip geçilen kapılardan uzak durmuştur. O millî mücadelede üstüne düşeni yapmış sonra susmuştur. Özellikle yakın arkadaşı Ali Şükrü Bey'in öldürülmesi, peşine hafiyeler takılması onu hayal kırıklıklarına uğratmıştır. Bütün bunlar istemeye istemeye de olsa on yılı aşkın süre kalacağı Mısır'a hicretine yol açmıştır. Kahire'nin yirmi beş kilometre uzağındaki Hilvan'da münzevi bir hayatı seçmiştir. Bu dönemde yazdığı şiirler bu acıları, hasreti ve ağır yenilmişliği anlatır. Arkadaşlığa, dostluğa büyük önem veren şair sağlam karakterin ve dürüstlüğün bedelini ödemeye razıdır. Eğilmeyecek, vazgeçmeyecektir. Susacak, kendi içine çekilecektir: "İhtiyarımla çekildiğim şu inziva âleminde bile muhitin, şuunun, zamanın, hâdisatın, hülâsa bütün kâinatın sarih istiskalini gördükçe yaşamaktan âdeta iğreniyor da günden güne artan zâfımı, ihtiyarlığımı birer müjde hâlas telâkki ediyordum."

Mehmet Âkif Ersoy'un yalnızlığı dramatik ve yaralayıcıdır. Âkif hem ruhen hem de fiziken yalnızlığı seçmiştir. Hayal kırıklığı, ihanetler ve iftiralarla beslenen derin bir yaralanmadır bu. İnsanlara olan güveni kökten sarsılmış, yaptığı işler gözünde değersizleşmiş, kırgın, küskün ülkesini terk etmiş, terk etmek zorunda bırakılmıştır. İstese muteber bir adam olup yükselebilecek, yüksek bir kademede görev alabilecekken, ilkeleri, doğruları uğruna her şeyden vaz geçmiş, kendini gurbete mahkûm etmiştir. Reddettiği şeyler, hayatlar çok az kişinin reddedebileceği şeylerdir. Ama o yıllarca susmayı yeğlemiştir. Her şeyi içine gömmüş, insanları tanımanın birikimine sahip olmak ona yetmiştir. Yaptıklarının karşılığını istememiş, içine gömülüp kanayan bir yara olarak yaşamıştır. Âkif hem ruhi hem fiziki büyük yalnızlardan biridir. Onun için yalnızlık, boyun eğmemenin, ruhunu satmamanın, onurlu durabilmenin bir mükâfatı olarak gelmiştir. Her şeyden arınmış, günaha batmamış, zulme ortak olmamış, inancının bedeli olarak dünyayı elinin tersiyle itmiştir. Bu nedenle yalnızlık onda halkın kalbine yerleşmenin bir yolu olarak ortaya çıkmıştır.

Âkif'in hayata, insanlara dair yaşadığı derin kırılma dizelere yaralayıcı tonda yansır. Bu şiirler ilk dönem şiirlerindeki gibi öfkeli, sert bir ses değil, daha çok kırılgan ve melankoliktir. Görmüş, geçirmiş sonra da yalnızlığa sığınmış bir bilgenin kahır yüklü iç sesidir. Safahat'ın "Gölgeler" bölümü bu yalnızlığın yansımalarıdır: "Yıktım koca bir ömrü de, baykuş gibi geçtim, / Kırk beş yılın eyyam-ı harabında oturdum. /Sen, başka ufuklar bularak yüksele durdun; /Ben, kendi harabemde kalıp, çırpına durdum." 1933'te yazdığı Safahat'ın son şiiri olan "San'atkâr" bir anlamda onun veda sözleridir. Hayal kırıklıkları, yalnızlıklar ve acılar içinde geçen ömrünü şu sözlerle bitirir gibidir: "Hayır! Yakar beni derdimle âşina çıkman, / bırak, ben ağlayayım, sen çekil de karşımdan. / Belâ mı kaldı dünya evinde görmediğim? / Bırak, şu yaşları, hiç yoksa, görmeden gideyim!" ("San'atkâr") Mehmet Âkif, Safahat'ın son şiirinde yalnızlığını ifade ederken intiharı bile gündeme getirecek kadar kırgındır. Ama Müslümanlığı buna engeldir: "Taş olsa baş vururum, intihara baş vuramam!/Batar, çıkar, giderim..."

Bu dönemde ne yazsa ne söylese istismar edilecek, bir yangına neden olacak, bir iftiraya belge olacaktır. Millî mücadelenin en gür sesi kırılmış, boğulmuş, boşluğun sesi olmuştur. O da içine gömülmüş, kendi kendisinin dinleyicisi olmuştur. Edebiyat tarihinin en büyük, güçlü isyan, başkaldırı şiirlerini yazmış biri, bir yalnız, bir kırgın, bir sürgün olarak her şeyin bitişine ilişkin münzevi bir sese ulaşmış, kahrın melankolinin şiirini yazmıştır: "Safahatımda eğer şiir arıyorsan arama / Yalnız bir yeri vardır ki hazindir.. göster! / Küfe yok, Hatta değil, Kahve hayır / hangisi ya / Üç buçuk nazma gömülmüş koca bir ömür heder!"

Ölmek için 1936'da yeniden İstanbul'a dönen Mehmet Âkif Ersoy gemiden İstanbul'un camilerini görünce ağlamaya başlar: "Hepsi göçmüş, hani yoldaşlarının hiçbiri yok! / Sen mi kaldın, yalnız kafileden böyle uzak?" Şişli Sıhhat Yurdunda yirmi gün kaldıktan sonra Mısır Apartmanı'nda kendisine ayrılan daireye yerleşir. Artık ölüme doğru gittiğini bilmekte, "kendi topraklarımda öleceğim" diye sevinmektedir. Yurda dönüşte hasta yatağında kendisiyle yapılan son söyleşide bir münzevi olduğunu söyler: "Kahire'nin yirmi beş kilometre cenubunda Helvan vardır. Sakin, asude bir köşedir. Orada oturdum. Zaten tab'an münzevi bir adamım. Gürültüyü sevmem, İstanbul'dayken de böyleydim." Bir tehlike kalmadığı için eski dostları onu ölüme göndermek için son ziyaretlerini yapar, sevdiği hafızlar başucunda Kur'an okur.

Mithat Cemal'e göre yaşarken "onu sevmek 'cesaret'ti. Dostları bile onu gizli sevdiler." Yaşarken ondan uzak duranlar bir anlamda ölmek için ülkesine dönen Mehmet Akif Ersoy'a ilgi gösterirler. Mehmet Âkif Ersoy, hastalanıp ölüm döşeğinde yatarken hastanedeki yoğun ziyaretçi akınına şaşırır ve şöyle der: "Meğer seviyorlarmış beni!" Bu ortamı Mithat Cemal şöyle anlatır: "Hastalık uzadıkça hasta tabiileşiyor ve gelenler, sanki misafirliğe geliyorlardı. Onu sevenlerin ne kadar çok olduğu hastalığında belli oluyordu. Abdülhak Hâmit Sağlık Yurdu'nun kapısında hasta bakıcıyla onu konuşuyor; Aka Gündüz yüzlerce sigarasından bir tekini bile onun yanında içmiyordu. İşte en zıt insanlar, karşısında yan yana oturarak hastalığını merak ediyorlardı. Müteahhidin yanında mutasavvıf, romancının yanında bankacı, çok iyi giyinenin yanında takriben giyinen. Alaca bir insan kalabalığında loş odası artık dolup boşalıyor, söz şairi çıkıp ses şairi giriyor, müellifle kâtip karşılaşıyor. İbrahim Alâeddin nesriyle başlayan gün, Faruk Nafiz'in şiiriyle bitiyordu. Hastalanması bir edebiyat vakasıydı."

Hayattayken, peşine hafiyeler takıp "İrtica 906" koduyla fişleyenler, hayatını vatanına adamış bir büyük vatanseveri cenazesinde bile yalnızlaştırmayı sürdüreceklerdir. Cenazesine bir bayrağı bile çok görürler. Cenazesini öğrenciler kaldırır, İstiklal Marşı okunarak mezara konur. Hiçbir resmi görevli cenazeye sahip çıkmaz. Sadece okurları, öğrenciler cenazeye sahip çıkar. Cenazesine katılan resmi memurlara dava açılır. Daha sonra öğrenciler kendi aralarında topladıkları parayla mezar yaptırır. Tam da dediği gibi olur: "Hiç çağlamadan, gizli inen yaş gibi aktım."

Nurettin Topçu, Mehmet Âkif, Dergâh Yayınları, 3. Baskı 2006, s. 16.

Mithat Cemal, Mehmet Akif, İş Bankası Yayınları, 2. Baskı 1990, s. 80.



Yayın Tarihi : 20.12.2019

 
         
Yorum yazmak isterseniz...
İsim
@-posta Adresiniz
@-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.
Yorumunuz
Güvenlik kodu
 
  Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır
 
Okunma Sayısı: 2862