Necip Tosun ::: NECİP FAZIL KISAKÜREK: DAVA VE POETİKA / NECİP TOSUN         
Necip Tosun
İnceleme/Eleştiri 
 
 NECİP FAZIL KISAKÜREK: DAVA VE POETİKA / NECİP TOSUN


Necip Fazıl Kısakürek, şiirden öyküye, romandan tiyatroya, düşünce yazılarından tarih ve tasavvuf yazılarına kadar çeşitli tür ve alanda eserler vermiş bir edebiyatçı, düşünce adamıdır. Bu yazarlık serüveninde kendine bir dava adamı pozisyonu çizmiş, bu nedenle eksik gördüğü her alana koşmuş, eserler vermiş, düşünceler üretmiştir. "Hadiseleri fikirleştirme, fikirleri hadiseleştirme" poetik yaklaşımı her zaman başat anlayışı olmuştur. Şiire, romana, öyküye, tiyatroya tümüyle bu perspektiften bakmıştır.

Necip Fazıl vehimler, sorular, arayışlar ile inanmış mutmain bir yürek arasında gidip gelen bir edebiyatçı/düşünce adamı görünümü sergilemiş, bireysel arzu ve seçimleriyle fanilik çatışmasının gerilimini yaşamıştır. Çile, buhran ve vehim içinde yaşayan bir portre oluşturmuş, yazdıkları da bu karakterinin bir yansıması olmuştur. Hep gergin, uçlarda dolaşan karakteri, dilini, davranış ve yazı hayatını da belirlemiştir. Hayatın olağan akışı içinde hep var olan sıradan hiçbir şey onun ilgisini çekmemiş, kendini hep "gaibi kurcalayan çilingir", "fikir çilesi çeken bir yalnız" olarak görmüş, fizik ile metafizik geriliminin atmosferini yazmıştır. Bu atmosferi yaşarken cinnete ya da teslimiyete yaklaştığında büyük şiiri ortaya çıkarmıştır. Dünya ile öte dünya karşılaştırması en büyük kaynağı olmuş, "heykel destek üstünde benim ruhum desteksiz" sorusunun peşinden gitmiştir. Kendisi "fikir çilesi" çekerken çilesinin yabancısı, lafının dostu insanlara ise sitem etmiştir. Her zaman çağının insanlarına bu gerilimi yansıtmıştır.

Necip Fazıl, kendi deyimiyle Allah demenin yasak olduğu bir dönemde ortaya 'ben varım' diye çıkmış, dergiler çıkarmış, konferanslar vermiş, dernekler kurmuş, hapislerde yatmış bir dava ve çile adamıdır. Bu düşünce ve aksiyonuyla kendinden sonra gelen kuşakları derinden etkilemiş, edebiyat ve fikir hayatına yön vermiştir. Altmış yıllık yazı hayatında yüze yakın kitaba imza atmış, durup dinlenmeden yazmış, yazmıştır. Şiir, tiyatro, öykü, roman, deneme, fıkra, tarihi, dinî, tasavvufi incelemeler, biyografiler, hatta ilmihal yazmış, bu anlamda çok çeşitli ve zengin bir yazı hayatı olmuş âdeta tek başına bir ansiklopedi görevi görmüştür.

Necip Fazıl'ın adı Büyük Doğu ile özdeşleşmiş, yıllarca Büyük Doğu dergisini çıkarmış, yurt çapında bu adla dernek kurmuştur. Öncüsü olduğu Büyük Doğu hareketini aydınlar ve halk nezdinde tanıtma, yaygınlaştırma çabası içinde olmuş, edebiyat ve fikir hayatımızda yer bulması için bir ömür vermiştir. Ama yolu hep yasaklarla, hapishanelerle kesilmiştir. Çıkardığı dergi defalarca kapatılmış, kendisi hapislerde yatmıştır. Necip Fazıl, yıllardır baskı altında tutulan, sönük, ezik Anadolu insanının duygularını entelektüel, modern, sert, meydan okuyan bir dille edebiyata, konferanslara taşımış, bu sese hasret Anadolu insanında karşılık bulmuştur. Modern dünyayı tanıyan Necip Fazıl'ın bu sesi Anadolu insanının üstündeki ölü toprağını silkelenmesine ve kendine güvenmesine imkân sağlamıştır.

Poetika

Necip Fazıl'ın en önemli özelliği hangi türde yazarsa yazsın, eserlerine mesnevilerdeki "sebeb-i telif" bölümleri gibi bir açıklama yazması ve burada poetikasını açıklamasıdır. Şiir, roman, hikâye, tiyatro eserlerine bir açıklama yazarak bu türde ne yapmak istediğini ve poetik tutumunu belgelemiştir. Özellikle şiirlerinin toplamı olan Çile'deki "Poetika" başlıklı yazısı Türk edebiyatında ender görülen bir tutumu yansıtır. Necip Fazıl'ın "Poetika" başlıklı yazısı, onun şiiri ne kadar derinden kavradığını, nasıl sistematik bir işleyişiyle ele aldığını ve hem toplum hem de bireydeki karşılığını incelikle düşündüğünü gösterir. Söz konusu yazısında, şiirin fikirsiz, içi boş bir eylem olmadığını izah etmekle birlikte, fikrin de başlı başına hiçbir anlamı olmadığını söyler. Şiir yazmak isteyen herkes bu kurallara uymak zorundadır. Bu sistematik bir düşüncedir ve sanat katına yükselmesi için şiirin ilkelerine aykırı hareket edilmemelidir.

"Poetika"sında şiir ve sanat görüşlerini açıklayan Necip Fazıl, dava ve şiir anlayışını ayrıntılarıyla izah eder. Necip Fazıl bir "dava şiiri" yazmasına rağmen, poetikasında, özellikle onun sanatsal yönünü ihmal etmez ve hatta onu daha fazla önemser. Poetikasında şiiri "tebliğ" aracı olarak görmez. Onun kendine has bir doğası olduğunu belirler. Kaba meddah çığırtkanlığının şiir olmadığını söyler. Diğer bir önemli düşüncesi de şiirin yapısı gereği "ne anlattığından" çok "nasıl anlatıldığının" önemli olduğudur. Özellikle şiirde düşüncenin duygu karşılığının bulunmasının gerekliliğine dikkat çeker.

İlim ve şiir ilişkisini irdeleyen Necip Fazıl, bu ilişkiyi şöyle açıklar: "İlmin usulünde tebliğ, şiirin usulünde de telkin vardır. Şiirde tebliğ, kaba davulculuk; telkin ise sihirli kemancılık..." Necip Fazıl, "Poetika"sında, sanatın tebliğ aracı olmadığını, bunu yapanların kaba davulculuk yaptıklarını belirtir. Sadece teşhiste kalan şiiri davulculuk sanatı ile ilişkilendirir ve "bütün kaba meddahlar, (didaktik) ve (politik) şairler bu soydandır." der. Şiirde ne söylendiğinden çok nasıl söylendiği önemlidir diyen Necip Fazıl, biçim öz ilişkisini ise şöyle açıklar: "Hiçbir şiirde 'ne söyledi?' yok, 'nasıl söyledi?' vardır. Şiirdeki bu 'nasıl söyledi?' seciyesi, onun 'ne söyledi?' cephesini peçeleyen ve mânâsının dış yekûnunu iç delâlete tâbi kılan bir remzdir." Necip Fazıl'a göre; "Şiirde başlıca iki büyük unsur vardır: His, fikir... Şiir, düşüncenin duygulaşması, duygunun da düşünceleşmesi şeklinde, bu iki unsurdan her birinin öbürünü kendi nefsine irca etmek isteyişindeki mesud med ve cezirden doğar. His, fikir olmaya, fikir de his olmaya doğru kıvrımlaşmaya başlayıncadır ki, kıvrımlar arasındaki halkaların içinde, sanat, karargâhını kurar."

Necip Fazıl özellikle dindarlığının belirginleşmediği, bohem yaşantısının sürdüğü dönemlerdeki bazı şiirlerine kuşkuyla yaklaşır. Onların bir kısmını eler, kabul etmez. Tüm şiirlerini topladığı Çile'nin girişinde "Mal sahibi bensem, bunları istemediğim, tanımadığım ve çöplüğe attığım bilinsin. İşte şiir kitabım, bu, hepsi bu kadar; ve bu kitaba gelinceye dek başka hiçbir şiir, bana, adıma ve ruhuma mal edilemez." diyerek sahiplendiği şiirlerini kitaba alır. Necip Fazıl, "Şiirlerim ve Şairliğim" başlıklı yazısında sanat-edebiyat anlayışını şöyle izah eder: "Sanat ve hayat, sanat ve hakikat üzerinde fikri olmayan, fikir tasası çekmeyen şair, bence kuyruğu kıstırılınca ağlayan bir hayvancıktan farksız. (...) Beni fikre ve politikaya kaymış bulanlar, şiir yerine gücümü nelere harcadığımı görmekten midir, nedir, kaba bir hükme vardılar: Sabık şair! Şiirine yazık etti! Bunlar görmüyor ve anlamıyorlar ki, benim fikir ve politika yoluyla gerçekleşmesi için savaştığım şey, bizzat şiirimin muhtaç olduğu insan ve cemiyet iklimidir. Ben böyle bir iklimin inşası cehdine bağlıyım. Bizzat şiir anlayışım bunu gerektiriyor. (...) Ben şiiri, her türlü hasis gayenin üstünde, doğrudan doğruya kendi zat gayesine -sanat için sanat-, fakat kendi zat gayesinin sırrıyle de Allah'a ve Allah davasının topluluğuna cemiyet için sanat- bağlı kabul etmişim."

Hakikat, dava, mücadele peşinde olduğunu söyleyen Necip Fazıl, bunları sanatın süzgecinden geçirerek yepyeni bir boyuta taşır. Bunları kendi deyimiyle tebliğ ve teşhisten tecrite, somuttan soyuta, fikirden duyguya geçirir. Necip Fazıl sanat ve politika konusunda şunları söyler: "Benim anladığım manadaki şiirin hadiseler üzerinde büyük bir murakabe ve keşif hakkı olduğunu kabul ederim. Politikaya gelince: Gündelik ve basit politikayı şiirin dışında görürüm. Fakat bütün içtimai, iktisadi ve fikri illiyetlere kadar nüfuz eden büyük dünya görüşü politikasını şiirin bizzat hedefi diye gösterebilirim. Bu itibarla şairin siyasi hadsinden ne kastettiğim anlaşılmış olur. Bizde politikacı edebiyat adamı olarak tanınan Ziya Paşa, Namık Kemal, Tevfik Fikret gibi şahısların uğraştığı politika, cücelerin politikasıdır. Sanatta üstün politikacıya misal gösterebileceğim, bana yüzde yüz zıt olmasına rağmen Nâzım Hikmet'tir. Nâzım Hikmet'e bu gözlerle bakışım benim adaletim ve yalnız çapları tabiye eden objektif görüş imkânımdır."

Necip Fazıl sadece şiir poetikasını değil, roman, hikâye, piyes poetikasını da yazmıştır. Yarım kalan romanı Kâfa Kağıdı'nın girişinde oldukça nitelikli bir roman poetikasını ortaya koyar. Jorge Luis Borges "Ben kurmaca yazmıyorum. Gerçekler icat ediyorum." derken, Ernest Hemingway "Her şeyi kafadan uydurmalı fakat bunu gerçeğe o kadar yakın bir şekilde yapmalıyız ki, sonradan her şey kitaptaki gibi gerçekleşmeli." demişti. Necip Fazıl da benzer bir düşünce içerisindedir: "Roman icatçı bir hayat taklididir." Kafa Kâğıdı kitabını bir roman olarak yazmayı tasarlayan Necip Fazıl, kitabın girişinde, yazdığı bu romanın biçimini ilk kez Marcel Proust'un uyguladığını belirtir ve bu tarzı över: "Eserde gaye edindiğim hareket tamamıyla ruhidir ve içinde vak'aya göre ruh yerine, ruha göre vak'a vardır. Gerçek roman da bu olsa gerek... Bu tarzı ilk deneyen, Fransızlardan (Marcel Proust) oldu ve başlangıçta roman sıra dağlarının en yükseklerini abideleştirmiş olan kendi milletine tatsız ve tuzsuz göründü. 'Kaybedilmiş Zamanı Ararken' isimli cilt cilt eseriyle Rus romanında ve Dostoyevski'nin kaleminde rastlanan şekilde işi ruhi harekete döken Marcel Proust, her şeye rağmen kalabalıkların romanını verememiş ve üstün aydınların hitap edicisi olmuştur." Necip Fazıl'ın şiirden sonra en çok önem verdiği sanat yönelimi tiyatro olmuştur. "Sanat şekilleri içinde bence büyük keşif tiyatrodur" diyen Necip Fazıl onu davasının bir parçası olarak görür: "Cemiyet yoğurucusu, fikirci ve aksiyoncu sanatkâr, o pınardan başka hiçbir kaynakta susuzluğunu gideremez."



Batı düşüncesi ve edebiyatına bakışı

Necip Fazıl, düşünce olarak Batı'ya karşı çıkar ve Batı düşüncesinin materyalist bakış açısını eleştirir. Ne var ki Necip Fazıl çok derin bir Batı okuması yapar ve Batı düşünce tarihi ile edebiyatını çok yakından takip eder. Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar, İhtilal kitaplarında Batı düşüncesinin izlerini sürer. Diğer yandan Batı edebiyatına da vakıftır ve Batı edebiyatını incelikle tahlil eder ve sanat görüşünde yararlanır.

Çeşitli konuşma ve yazılarında Batı edebiyatıyla ilişkilerimizi tartışır, ufuk açıcı görüşler ileri sürer. Tercüme faaliyetlerinin çok "hainane" yapıldığını, örneğin bir Düze'yi, bir Leon Kaytay'ı ele alırken bir Lamartine'nin görmezlikten gelindiğini aktarır. Edebiyatımızdaki en büyük eksikliğin eleştirmenlik olduğunu söyler ve ekler: "Bizde bir Lessing, bir Fague, Ruskin yoktur. Bu olmadıkça, gerçek bir edebiyat beklemek mümkün olmaz." Kendisiyle yapılan bir başka söyleşide de aynı isimleri anınca söyleşiyi yapan "O zaman hiç değilse tenkitçiler manasında batılı gibi insan yetiştirmek mi gerekli?" sorusuna, Necip Fazıl öfkelenir: 'Ben bu batılı-matılı gibi anlamıyorum" der. Söyleşiyi yapan "İyi örnekleri ordan getiriyorsunuz ama..." dediğinde şöyle cevaplar: "İnsan olmak lâzım. İnsan olmak. Hakikat herkesin malıdır. Nitekim hadis var: mümin hakikati nerede bulursa malı gibi alır... Ama bu almak, kopya etmek değildir. Kusuru bilmek ona göre çalışmak için tespitin yapılması şart." (Konuşmalar, s. 218).

Necip Fazıl "çok sevdiğiniz, kendinize yakın bulduğunuz yazarları öğrenelim?" sorusuna şöyle cevap verir: "Bazı cins kafaların çok ileri tırmanış noktalarına kadar gittiklerini görüyorum... Mesela bir Dostoyevski'yi alın ele... Bir Tolstoy'u alın... Benim Fransız edebiyatında takdir ettiğim bir romancı var: Marcel Proust. O hiç alakadâr değildir okuyucuyla... Okuyucu okumuş okumamış, münekkit sevmiş sevmemiş; yalnız içini aksettirir. Yani mühim bir adam... Sonra yapı ustaları var... Zola'lar, şunlar, bunlar... Shakespeare'i çok beğenirim. Cidden çok severim onu... 'Cins Kafa' tabiri (Shakespeare) için caiz... Şiirde Rimbaud'u severim. Baudelaire'i tam severim diyemem şayan-ı dikkattir. Valéry de bunların arasına girer." (Konuşmalar, s. 167).



Şiiri

Necip Fazıl sanat ve fikir serüvenini izah ederken, "Kaldırımlar" türü şiir anlayışının 1934'e kadar devam ettiğini bu tarihten sonra tanıdığı büyük bir veliden aldığı tesir ile sanata bakışının değiştiğini belirtir. Bu süreçte Çile ve Bir Adam Yaratmak'ın ortaya çıktığını, artık "ruhçu" bir anlayışı benimsediğini ve bütün beşeri bilmecenin bu noktada bulunduğunu keşfettiğini açıklar. Bu tanışıklıktan sonra fildişi kule şairliğini bıraktığını, ferdiyetçiliği terk ettiğini cemiyetçiliğe, ruhçuluğa evrildiğini söyler.

Necip Fazıl şiirlerinde görünen/çıplak gerçekten çok görünmeyen, müphem durumların, duyguların peşinde olmuştur. Hep, ölüm, ruh, metafizik dünya onun ilgisini çekmiştir. Bilinç düzeyi yüksek bir benin öteyi kurcalamasıyla onun şiiri oluşur. Öteyi keşifle yaşadığı metafizik ürperti şiir olarak ortaya çıkar. İnanmış olmak her şeyi bitireceği için şüphe ve sorgulamalarla hep araftaki ruh hâlini yazar. Ruh işkencesi, fikir çilesi temel temaları olur. Vehim, buhran, hafakan şiirini besler. Huzur şiiri bitirir bu yüzden o da huzursuzluğun şiirini yazar. "İçindeki azgın davet" çileyi büyütür. Göklere çıkan merdiveni, geçmiş ve geleceğin sırrını arar. Felsefi derinlik, kalıcı buluş, güçlü mantık ve derinlikle ördüğü şiirleriyle, solmaz, pörsümez yeninin peşinde olan Necip Fazıl'ın şiirinin anahtar kelimelerini madde, ruh, eşya, ölüm, ahiret, tabiat, hakikat, gölge, sonsuzluk olarak sıralamak mümkündür. Bütün şiirlerini topladığı Çile adlı eseri "Allah" bölümüyle başlar. Şairin, seste, sözde, renkte, çizgide arayacağı şey Allah'tır diyen Necip Fazıl bu bölümde tümüyle inancın, inanmışlığın, şükrün şiirini yazar. Bu bölümde sanata bakışını "Sanat" şiirinde şöyle izah edecektir: "Anladım işi, sanat Allah'ı aramakmış; / Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış..."

Necip Fazıl büyük ben tutkusunu ölümle, fanilikle yüzleştirir ve bu gerilimden şiirini oluşturur. Ölüm bazen korkutucu, kabullenilmesi güç bir olgu bazen de teslimiyet ve güzelliktir. Tüm ruhundaki tedirginliği "Büyük Randevu" şiirinde yazar: "Büyük randevu... Bilsem nerede, saat kaçta? / Tabutun tahtası, bilsem hangi ağaçta?" "Güzel Şey"de ölümü kabullenmiştir: "Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber... / Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?..." Necip Fazıl ölümden sonra eşya ile de yüzleşir. Pek çok şiirinde eşya odaktadır. Eşyaya bakarken de varoluşu sorgular, inanmak için gerekçeler arar. Bu hakikat arayışı çoğunlukla eşya yorumuyla oluşur. Onun şiiri bir anlamda varoluş çilesi ve savaşıdır, mutlak gerçeği arama çabası. "Çile" bunun simge şiirlerindendir.

Necip Fazıl'ın Türk şiirinden açtığı kanal daha çok tavır, duruş, muhteva ve ses olarak anlam kazanır. Hece şiirinin parlak bir temsilcisi ve sürdürücüsüdür. Döneminin pek çok şairinde, edebiyatçısında derin izlerini bulmak mümkündür. Ne var ki heceyi Necip Fazıl çerçevelemiştir diyebiliriz. Heceyi getirdiği doruklardan sonra takipçisi olmamış, olamamıştır. Daha sonra şiir, sanat anlayışı ve kavrayışı olarak kendi dillerini konuşsalar da başta Sezai Karakoç olmak üzere bir kuşağın moral ve artist sesi olmuş, kurucu, öncü bir edebiyatçı, fikir adamı misyonu görmüştür. Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde bir dönem açan, damga vuran bir şair olarak bir davanın temsilcisi olmuş, yok saymalara, görmezlikten gelmelere rağmen hak ettiği yeri geç de olsa almıştır. Necip Fazıl'ın şiiri ile Batılı sembolist şairler arasında ilişki kurulmuş ve onlardan etkilendiği ileri sürülmüştür. Sezai Karakoç, Necip Fazıl'ın şiirini Baudelaire, Verlaine, Rimbaud gibi Batılı sembolistlerinin bir takipçisi olarak görmenin bir hata olduğunu belirttikten sonra onun Türk şiirinde sessizce ve şamatasızca yeni bir oluş ve diriliş, bir metamorfoz yaptığını belirtir. Onun şiirinde tamamen metafizik bir atılım, bu dünyanın dışında ve çok ötesinde varolan ideal bir ülkenin özlemi, hatta bu özlemi de aşkın, yakalama cehdi gizlidir diyen Karakoç bu ayrımı şöyle temellendirir: "Batı şairlerinde kendi iklim ve yerlerinde kopuş ve kaçış önemlidir. Daha çok egzotik duygular başattır şiirlerine. Necip Fazıl'ın şiirinde ise, asıl kıyamet, iç dünyamızda olup biten kıyamettir. Değişim ve oluşum içteki bir ilerleyiş içindir."

Öyküleri

Onun öykülerini, şiirini, senaryolarını mücadelesinden ayrı tutmak mümkün değildir. Pek çok öyküsü de bu anlayışını yansıtır. Özellikle son dönem öyküleri mesaj ağırlıklı öykülerdir ve öykü sadece karşılıklı fikir tartışmalarıyla oluşur. Bu öykülerde baskın amaç bir doğrunun izahıdır. Ancak 1928 ile 1971 tarihleri arasında yazdığı öykülere toplu olarak bakıldığında farklı anlayışlarla öykü yazdığını görürüz. İlk dönem öykülerinde korku ve fantastik öyküler yoğundur ve en güçlü öyküler bunlardır. Necip Fazıl daha sonra özellikle "Hasta Kumarbaz" tiplemesi üzerinden psikolojik derinlikli, daha sonra da mesaj ağırlıklı öyküler yazmıştır. Ama bu öyküler neyi, nasıl anlatırsa anlatsın, güçlü bir kalemin elinden çıkma olduğunu hissettirir. Necip Fazıl'ın öykülerindeki önemli bir damar mesaj yoğunluklu, kıssadan hisse bağlamındaki öykülerdir.

Öykülerinde kumar olayını merkeze alır ve şans oyunlarının felsefesini yapar. Kitapta adı "Hasta Kumarbaz" olan kahramanının anlatıldığı seri öykülerde inanç ve kumar ilişkisi irdelenirken nefs, kader, irade olayları tartışılır. "Rehinlik Maymun", "Yemin", "Matmazel Foto", "Kanaryanın Ölümü" kumar tutkusu, kumarbazın ruh hâli, kumarın felsefesi ekseninde oluşur. Kumarbaz, ölüm korkusu ve imanla bu tutkudan kurtulmaya çalışırsa da her defasında yenilir. Yaşadığı tam bir çarpılma ve yenilgidir. "Surat"ta kumarbaz yine Allah'ın varlığını ve görünürlüğünü ressam arkadaşına anlatmaktadır. Kumarbaz artık kumar oynamasın diye eve kapatılmasına karşı bu kez de düşünmeye başlar. Kumarbaz düşündüğünde ise Allah'tan başka kimseyi görememektedir. Düşünmemek için kumar oynamaktadır. Çünkü "Allah o kadar belirli ki, belirişindeki keskinlik yüzünden görülmüyor." "Maça Kızının İntikamı"nda hasta kumarbazı anlatmayı sürdürür. "Hasta Kumarbaz'ın Ölümü"nde nihayet kumarbaz ölür ve bir not bırakır: "Herkes beni kumarı kumar için oynadığımı sanıyor. Bir zamanlar o kadar bağlı olduğum sanat ve edebiyatı bunu için bıraktığımı sanıyorlar. Halbuki ben kumarı düşünmemek için oynuyorum." "Hasta Kumarbaz'ın Not Defterinden" hasta kumarbazın kumardan kurtulmak için verdiği mücadele ve sonunda kaybedişi notlarından aktarılır. Oysa "bu bağlılığın bu şekli kumardan çözülüp Allah'a iliştirilecek olsa, gayelerin gayesi gerçekleştirilmiş olur." Necip Fazıl'ın öykülerde şans oyunlarıyla hesaplaştığı, yüzleştiği açıktır.

Piyesleri

İlk eseri Tohum 1935, Bir Adam Yaratmak 1937, Sabır Taşı 1940, Para 1941, Nam-ı Değer Parmaksız Salih 1948 tarihini taşır. Sabır Taşı dışındakiler oynanır. Ardından ise Ahşap Konak, Kumandan ve Reis Bey gelir. Necip Fazıl özellikle ilk eserlerini Muhsin Ertuğrul için yazmış, oynanan Tohum beklenilen ilgiyi görmemiş, yine Muhsin Ertuğrul'un oynadığı Bir Adam Yaratmak ise onun en güçlü tiyatro eseri olmuştur. Bir Adam Yaratmak felsefi yoğunluklu eser yaratma meselesi etrafında yoğunlaşır. Kader eserin odağındadır. Necip Fazıl oyunuyla ilgili şu açıklamayı yapar: "Bu eserimi, bugüne kadar vücuda getirdiğim eserler içinde en bağlı olduğum eser biliyor ve öylece bildirmek istiyorum..." Necip Fazıl oyununda hep peşinde olduğu fikir buhranını derinlemesine bir karakter üzerinden sergiler. Piyesteki yazar yaratma peşine düştüğünde gerçek yaratıcıyı karşısında bulur. Reis Bey, bir ağır ceza reisinin hayatını fon olarak kullanarak, yerleşik hukuk anlayışının yetersiz olduğunu vurgulayıp, yapılan yanlışlıkların, bireydeki karşılığını dramatik bir üslûpla anlatır. Reis Bey, ilkelerinden başka hiçbir şey düşünmeyen, insanilikten çok, kuralcılığı öne çıkaran biridir. Merhamet, acı, gözyaşı gibi hasletleri sürekli aşağılar. Bu katı kalpli tavrı hem çevresiyle ilişkilerinde hem de adalet anlayışında kendini göstermektedir. Ancak verdiği bir kararla asılan sanığın suçsuz olduğu anlaşılır. Bunu öğrenen Reis Bey âdeta yıkılır. Yıllardır, inandığı, savunduğu, sadece maddî delillere yaslı hukuk anlayışı tümüyle çökmüştür. Böylece kalp ve akıl/kural karşılaştırılırken, kalbi hiçleyen saf aklın/kuralın tek çıkış yolu olmadığı vurgulanır. Necip Fazıl Para oyununda, banka sömürüsünü anlatır. Para ilk defa Muhsin Ertuğrul tarafından sahneye konmuş ve 1941-42 kışında İstanbul Şehir Tiyatrosunda temsil edilmiştir. Savaş atmosferinden yararlanmak isteyen karaborsacılar, vurguncular oyunda mahkûm edilir.

Senaryoları

Necip Fazıl, "Sen Bana Ölümü Yendirdin", "Deprem" (Çile), "Kâtibim", "Villa Semer", "Vatan Şairi Namık Kemal", "Canım İstanbul", "Ufuk Çizgisi", "Son Tövbe", "En Kötü Patron" adlı dokuz senaryoya imza atmıştır. Necip Fazıl'ın senaryoları da Büyük Doğu anlayışının ideolojisinin, mücadelesinin bir parçasıdır. Necip Fazıl sinemaya "dava" perspektifinden baktığını İdeolocya Örgüsü'nde açıklar. Ona göre sinema "davanın en dokunaklı telkin kürsülerinden biridir." Yani kestirme yaklaşımla sinema bir "araçtır". Necip Fazıl söz konusu yazısında, sinemanın öneminden söz ederken eğer kötü kullanılırsa "atom bombasından daha tehlikeli" olduğunu düşünür. Bu nedenle de "Cinayet, hırsızlık, rezalet, fuhuş, macera ve başı boş filmlerin" yasaklanması gerektiğini ileri sürer. İşte onun sinema konusundaki bu görüşlerini, yazdığı senaryolarda net bir şekilde görmek mümkündür.

Necip Fazıl sinemada kendine bir misyon biçtiğinden sinema için senaryo üreten değil, davası için senaryo üreten bir yazardır. Necip Fazıl'ın senaryoları nettir. Onun senaryolarında her şey belirgin bir şekilde çizilir: iyiler/kötüler, doğrular/yanlışlar. Ve çatışma bunlar üzerine oturtulur. Bu anlamda senaryolar didaktiktir, klişelere yaslanır. Kuşkusuz onun derdi bir şeyler aktarmaktır. Senaryoları mutlaka çarpıcı bir sonla biter. Ayrılmaları, kavuşmaları, kazaları, kör olmaları, ihanetleri, mucizevi kavuşmaları tümüyle Yeşilçam kalıplarına yaslar. Bu tipler evrensel insanî değerler yanında bir de inancı sergilerler. Necip Fazıl mesajını bu yolla verir. Necip Fazıl'ın o çok sevdiği, vurucu, sarsıcı, Şekspirvari felsefi sözler bile bu melodramik ortam içinde verilir. Bazen yazar o kadar olayın coşkusuna kapılır ki, sıradan bir tip bile varoluşsal kaygılar üzerine nutuklar çekebilir. Bu tipler hiç kuşkusuz hayatın içinden seçilmiş tipler değildir. Bir misyonları olan, idealize edilmiş karton tiplerdir. Hiçbiri senaryoda rastgele yer almazlar. Bir görüşü, bir inancı takdim için oradadırlar. Senaryo başından sonuna kadar, bir doğrunun ifadesi için yazılmış kurgusal bir metin olduğunu okura sürekli hissettirir.

Cezaevi

Bu ülkenin yöneticileri ne yazık ki düşünen evlatlarını hiçbir zaman sevmemiş, üvey evlat muamelesi yapmışlardır. (Kemal Tahir, Nâzım Hikmet, Necip Fazıl Kısakürek, Osman Yüksel Serdengeçti, Aziz Nesin, Orhan Kemal, Sabahattin Ali, Nihal Atsız, Ahmed Arif hapiste yatan edebiyatçılardan bazılarıdır.) Necip Fazıl'ın yolu da mahkemelere, hapishanelere düşmüştür. Mahkemelerle böylesine içli dışlı olan Necip Fazıl bu davalardaki kimi savunmalarını Müdafaalarım adlı bir kitapta toplamıştır.

Necip Fazıl ömrünün sonunda bile hapis cezalarıyla uğraşmıştır. 78 yaşında hakkında 18 ay hapis cezası verilen Necip Fazıl hastanede son eseri Kafa Kâğıdı'nı yazmaya başlarken içinde bulunduğu atmosferi "Halim" başlığı altında şöyle dile getirir: "1982'nin Ağustos ayı... Eserime başladığım ve türlü bunalımlar içinde kıvrandığım mevsimin son ayı... Çektiğim bunalımlar arasında, dıştan gelen en dokunaklısı birbuçuk yıllık bir mahkûmiyet... Bir Fransız ansiklopedisinin 'hapisleri, müddetçe, üniversite tahsil hayatını aşar' diye kaydettiği bu adam, bir de 78'inde caba tarafından 18 aylık bir kazanca eriyor. Dünya ve Türkiye görüşüm bakımından birçokları için def'i lâzım bir belâyım ve nazarlarında hayat hakkına sahip değilim." Bu sözlerden on ay sonra vefat edecek olan Necip Fazıl'ın son günleri de bu dava üzüntüsüyle geçmiştir. Sonuç

Necip Fazıl dönemin önemli yazarlarının pek çoğu ile dostluk geliştirmiş, ortak dergi çıkarmış, aynı yerlerde yazmıştır. Sabahattin Ali, Sait Faik, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cahit Sıtkı Tarancı, Oktay Akbal, Peyami Safa, Çetin Altan, Aziz Nesin bunlardan bazılarıdır. Necip Fazıl'ın Sabahattin Ali'yle aynı dergide yazmak yanında hapishanede ranza komşulukları bile vardır. Ama Necip Fazıl'ın görüşlerinin manevi alana doğru evrilmesi üzerine yollar yavaş yavaş ayrılmış, dostlarla aralarında kırıcı, sert kalem savaşları yaşanmıştır. Necip Fazıl kendisinin de ifade ettiği gibi var olan güçlü ben duygusundan hareketle yapılan saldırılara daha ağır bir şekilde cevap vermiş, dava kılıcıyla saldırmış ve böylece ilişkiler kopma noktasına taşınmıştır.

Necip Fazıl bir aksiyon adamı olduğu ve masa başı yazarı olmadığı için tüm yazarlarla ilgili düşünceleri buluş ve kanaatlere dayalıdır. Dava öfkesi ve haklılığın verdiği coşku ile hareket ettiğinden sert bir dil kullanmıştır. Ama her zaman derdi; davası ve sanat düşüncesi olmuştur. Kendi düşüncelerini ifade etmek için bu şahıslara değinip geçer. Bu fikir öfkesi biraz da insanları sarsmak ve bir şeyi ilk söyleyen olmasından kaynaklanır. Aksiyoner olmak her şeyden önemlidir. Bu tavır dönemin atmosferinden kaynaklanır. İdeolojik ayrışma sert bir dile evrilmiş, sloganlarla bu savaş sürmektedir. O sessiz yığınları harekete geçirmek istemektedir. İdeolojik ve siyasi mücadele ile edebiyat paralel ilerlemektedir. Onun mizacını inanca dönüştürdüğü şu cümleleri ilginçtir: "İnsan başını sıçan kafasından ayıran tek hassa, bence fikir öfkesidir. Ha tüfeği olmayan asker, ha öfkesi olmayan fikir." Bazen dava, inanç, fikir çilesi her şeyin önüne geçer: "Ver cüceye onun olsun şairlik. Şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta."

Hitabeti çok güçlü olduğu bilinen Necip Fazıl'ın yazıları da bir konferans metni gibidir: Sert, vurucu ve coşkulu. Karşısındakiyle sohbet eder gibi değil de onu ceketinden tutup sarsıyor gibi yazar. Çünkü o hep uçlarda yaşamayı tercih eder. Fikret Adil'in anılarından da anlaşıldığı kadar bohemken de bir dava adamıyken de aynı uçlarda bulunmuştur. Fıtrat, kişilik değişmiyor sonuçta. Necip Fazıl zekâsının, deha parıltılarının etrafındaki insanlardan farklı olduğunun farkındadır. Daha çok çevreden kibir olarak algılanan bu durum Necip Fazıl'ın kendi isminin altını çizmek zorunda kalmasının bir sonucudur. Bu fazlasıyla kullandığı "ben" sözcüğü ile dışlaşır ve ben yüceltmesinin tüm yansımalarını sanatına yayarak temellendirir.

Necip Fazıl için olağan bir şey yoktur. Her şey ya yükselmekte ya düşmektedir. Sevgilerinde ve karşı koyuşlarında, inancında ve inkârında sözlerin en şiddetlisini seçer. Ya yerin dibine batırır ya da göklere yükseltir. Âdeta bir savaş atmosferinde yaşar. Öfke, kızgınlık ve hiddet neredeyse yazdıklarında tek belirleyicidir. Zaten bu savaş atmosferinde serinkanlı, analitik düşünce üretmek zordur. Doğrudan sonucu söyler ve iddia eder. İnsanlara inanmaları için gerekçe üretmez. Kahramanları da bir manifesto okur gibi konuşur. Çünkü ona göre "Allah düşmanlarına karşı nefret, gayz ve hiddet yüz bin namazdan üstündür."

Necip Fazıl'ın "Genç şair", "sabık şair", "mistik şair" duraklarından "şairler sultanı" unvanına kadarki şairlik serüvenine baktığımızda, "çile"sinin girdabında adım adım her mevsimi yaşadığını görürüz. Necip Fazıl'ın ilk dönem şiirlerini göklere yükseltenler onun yeni seçimine saygı duymamış bu kez de ideolojik körlükle yok saymış, şiirine ağır sözler söylemişlerdir. Seküler çevre Necip Fazıl'ın yeni seçimiyle bir adam eksiltme coşkusunu yaşamış, tıpkı Sezai Karakoç'a yaptıkları gibi onu da görmezlikten gelmişlerdir. O da ortaya bir dava savaşçısı olarak çıkmış, inanç coşkusu, yüksek ego, dışlanmanın verdiği öfke birleşince polemiklerinde en hiddetli dili seçmiştir.

Necip Fazıl bir bakıma aynı yalnızlığı yeni seçiminde de, dindarlar arasında da yaşamıştır. Yıllarca baskıyla susturulmuş, entelektüelsiz ve dilsiz dindar çevrenin içine geldiğinde, mizacına ve dehasına uzak bir iklimle karşılaşmış, bu çevreyi âdeta sarsarak kendine getirmek isterken bu tutum kibirli biri olarak algılanmasına neden olmuştur. Bireysel zaaflarını aşamamanın verdiği öfke de bu ilişkileri büsbütün germiştir. İçinde bulunduğu bu iki taraflı kıstırılmışlıkla eleştirilerinde en şiddetli dili seçmiştir. "Bu dâvâ hor, bu dâvâ öksüz, bu dâvâ büyük" derken, yaşadığı yalnızlığı da ifade eder. Bu psikolojiyle yumuşak dil ve davranış da büsbütün zorlaşır. İçindeki mahşer uğultusunu başka türlü insanlara aksettirme imkânı da yoktur.

Aksiyoner, kabına sığmayan bir meydan okuyucu, bir çığlık olan Necip Fazıl'ı bütün bu nedenlerden dolayı, yaşadığı ateşten günler hesaba katılmadan dingin zamanların bakış açısıyla hakkıyla değerlendirmek zordur. O Türk halkının yaşadığı en çalkantılı dönemde yazarlık yapmıştır. Bu dönem herkesin kendisini bir kampta yer almak zorunda hissettiği ve kurtarıcı rolü üstlendiği, öldürmelerin, kıyımların yaşandığı bir zaman dilimidir. Bu anlamda Necip Fazıl'ı değerlendirirken onu yaşadığı bu dönemin atmosferiyle birlikte değerlendirmek gerekir.



Necip Fazıl Kısakürek, Konuşmalar, Büyük Doğu Yayınları, 1. Baskı1990, s. 30.

Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları II, 1. Baskı 1986, s. 62.

Necip Fazıl Kısakürek, Kafa Kâğıdı, Büyük Doğu Yayınları, 18. Baskı 2013, s. 25.





Yayın Tarihi : 25.05.2020

 
         
Yorum yazmak isterseniz...
İsim
@-posta Adresiniz
@-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.
Yorumunuz
Güvenlik kodu
 
  Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır
 
Okunma Sayısı: 3166