Necip Tosun ::: MICHEL BUTOR: YENİ ROMAN HAREKETİ / NECİP TOSUN         
Necip Tosun
İnceleme/Eleştiri 
 
 MICHEL BUTOR: YENİ ROMAN HAREKETİ / NECİP TOSUN


1950'lerde savaş sonrası nesil arasında yaygınlaşan ve ağırlıklı olarak geleneksel roman anlayışına karşı çıkan yazarların romanlarındaki benzerliklerin oluşturduğu akım olan Yeni Roman, daha çok farklı yazarların arayışlarının bir ad altında toplanma ihtiyacından doğmuştur. Bu birbirinden farklı yazarların ortak noktası geleneksel roman anlayışına karşı çıkmaları ve yeni bir anlatım biçimi arayışları olur. Alain Robbe-Grillet, Michel Butor, Nathalie Sarraute, Claude Simon bu akımın önde gelen yazarlarıdır. Ne var ki bu yazarlar arasında bu akımı örnekleyecek net ortaklıklar bulmak zordur. Örneğin Claude Simon bu akımın temel özelliklerini eserlerine sıklıkla yansıtırken, Michel Butor bu akımın aşırılıklardan kaçan ve Değişme romanıyla kitlelere mal olmuş bir yazarıdır. Bu anlamda neredeyse çoğu deneysel olan romanlar üreten bu yazarlar arasında tam bir örtüşmüşlükten söz etmek zordur. Alain Robbe-Grillet Yeni Roman ve Claude Simon Kuşku Çağı kitaplarında bu akıma ilişkin düşüncelerini kavramlaştırır, teorisini de üretirler. Ne var ki karşı çıktıkları geleneksel roman algısında birleşseler de vardıkları sonuçlar da ayrılırlar, dikkatleri farklılaşır.

Yeni Roman hareketi, öncelikle geleneksel roman algısına kökten eleştiriler getirir. Yeni Romancılar geleneksel romanın biçim, olay örgüsü, karakter anlayışını ve romandaki dramatik yapıyı reddederler. Yeni Roman örneklerinde konu, olay önemsizdir. Bu akımın öncülerinden Alain Robbe-Grillet "günümüz romanı bizim yazacağımız romandır, dünün romanlarının benzerlerini çıkarmak değil onları aşmak, daha ileri gitmektir." derken bir değişim ve yenilik iddiasını da ileri sürer. Grillet'e göre romanda artık geleneksel kalıplar kırılmalı, anlatım dili değişmelidir. Balzac tarzı roman bitmiştir, artık her romanın kendine özgü şeklini keşfetmek gerekir. Grillet bir romanın entrika üzerine, bir kahraman üzerine kurulmasına ve doğrusal bir sonuca doğru giden olay örgüsüne karşı çıkar. A. Robbe-Grillet gerçeklikle ilgili olarak ise şöyle düşünür: "Herkesin gerçekçilik üzerine ayrı bir düşüncesi vardır. Klasikler gerçekliğin klasik, romantikler romantik, gerçeküstücüler gerçeküstü olduğunu düşünürler. Claudel'e göre gerçekliğin tanrısal, Camus'ye göre saçma, güdümlü kişilere göre ekonomik bir niteliği vardır ve sosyalizme doğru gitmektedir. Diyeceğim, herkes dünyayı kendinin gördüğü gibi gösterir, ama hiçbiri aynı biçimde görmez." Yeni romancılardan Michel Butor, Değişim'i ikinci şahıs ağzından anlatır. Bu tavır gerçi tür içinde bir çeşitlemedir ama bir devrim etkisi yaratır. Aynı akım içerisindeki Claude Simon biçimsel arayışları ileri noktalara taşır. Simon'un anlatımında zaman ve mekân silikleşirken, her şey gerçekçi dünyadan nesnel dünyaya evrilir. Yeni romanla birlikte kahramanlar yerine nesneler öne çıkar. Özellikle kahramanın silikleşip nesnelerin öne çıkmasını dönemin eleştirmenleri: "Toplumsal dönüşümler sonucu tüketim toplumu içinde bireyin hızla edilgen duruma geldiği ve bunun sonucu nesnelerin insanlar karşısında hem öncelik hem de üstünlük kazanmaya başladığını, Yeni Romanın da bunun doğal yansıması olarak, insanlara değil de nesnelere ağırlık veren bir yeni-gerçekçilik" olarak değerlendirmişlerdir. Bu romanda nesneleri ve olguların özellikle dış görünüşüyle anlatmak önemli bir tavır olarak öne çıkar: "Yeni Roman'daki evren, tüm anlamını, gözümüzün önünde durmakta olan bu dünyanın dopdolu, karmaşık ve yoğun gerçeğinde bulur. Antiromancılar, gözümüzün önünde durmakta olan bu dünyanın dopdolu, karmaşık ve yoğun gerçeğini dile getirmek istiyorlar. Yeni Romancıya göre, gerçek yaşantılarımız, çoğu zaman, dış dünyanın en önemsiz ve anlamsız görünen ayrıntılarına bağlanır ki, bunlar bilincimizde anlatımı güç yankılar yaparlar. Romancı bu 'hiç'lerden hareketle, dış dünya ve insan gerçeğinin henüz dile getirilmemiş anlatımlarını arayacaktır." Grillet, Yeni Romanın sadece teorisini değil örneklerini de ortaya koyar. Öncelikle betimlemeyi yeniden yorumlar; neredeyse bütün bir kurguyu betimleme üzerine oturtur. Romanlarında insanı anlatırken bile nesneler üzerinden hareket eder. Silgiler romanında âdeta geleneksel roman anlayışının tüm unsurlarını reddeder. Gerçekle, nesneler ve zamanla oynayarak bir biçim denemesine girişir. Özellikle Sofekles'in Kral Oidipus'una yaslı teması ile dikkat çeker. Romanda kahraman hayali bir nesnenin peşindedir: "Romanın kahramanı olan Wallas'ın çocukluğundaki istenmediği anıları silmek için arayıp durduğu bir silgidir bu. Gerçekte Wallas piçtir. Bize çok detaylı bir biçimde nakledilen ve dükkân dükkân gezerek aradığı bir silginin peşindedir. Tek amacı da geçmişini zihninden silmek, çıkarmaktır. Ama bu silgiyi bir türlü bulamaz. Roman kahramanı hiç durmadan daha sonra mitolojik bir değer kazanacak olan bu silgiyi aramaktadır. Roman Oidipus kompleksi üzerine kurulur." Onun yaptığı nesneleri öne alarak kahraman/karakterleri önemsizleştirmektir. Ne var ki uzun anlatılarda devamlılığı sağlayan karakterleri silme, zamanlamayı parçalama, olay örgüsüne itiraz romanın okunması, anlaşılmasını zorlaştırır.

Alain Robbe-Grillet; olayı, hikâyeyi, kişiyi romandan kovarak, tümüyle betimlemeye yaslı ve görüntüden beslenen bir anlatı anlayışını benimser. Betimlemeye bu denli önem vermesine karşın, Balzac'tan bu yana gelen ve çeşitli değişimlere uğrayan betimleme anlayışına karşı çıkar. O kendi deyimiyle nesneleri betimlerken onların altını çizmez, önemli göstermeye değil tam tersine önemsizleştirmeye giderek silmeye, yok etmeye çalışır. Yeni romancıların kahramanı silip nesneleri kahramanlaştırırken başvurdukları yegâne imkân, betimleme olmuştur. Ne var ki Alain Robbe-Grillet'nin romanları, parlak kuram kitabı Yeni Roman'ın ışıltısının çok gerisinde kalmıştır. Eleştirdiği betimlemeyi zaman zaman daha sıkıcı hâle getirmiştir. Ancak yeni romancıların postmodern edebiyata hazırladıkları imkân bir yana, görüntülemenin metin açısından önemini yeniden gündeme getirmeleri, hanelerine yazılan artı tutum olmuştur. Kimi eleştirmenler yeni romancıların betimleme yaklaşımını sinemayla ilişkilendirse de Grillet buna şiddetle itiraz eder. Oysa görselliğin hep ön planda olduğu yeni roman örneklerinde, sinema etkisi barizdir; çünkü bu yapıtlarda her şey bir "bakış"la tanımlanır. Bir kamera-göz, sürekli eşyayı, nesneleri tarar. Tüm görüntüler iç içe geçer, önem ve önemsizlik birbirine karışır.

Claude Simon Yeni Romancıların en uçta eserler üreten en az tanınmış olanıdır. Bu anlamda 1985'te Nobel Ödülü alması da edebiyat çevrelerince şaşkınlıkla karşılanmıştır. Her ne kadar ödül gerekçesinde, "İnsanlık durumunu temsil eden derin bir zaman bilinciyle şairin ve ressamın yaratıcılığını birleştiren romanları" dolayısıyla ödül verildi dense de bu olsa olsa geç kalmış bir Yeni Roman arayışının ödüllendirilmesidir. Claude Simon kendi deyimiyle yazdıkları üzerine çokça konuşulmamış, tartışılmamış hatta pek çok eleştirmence "zor", "sıkıcı", "okunmaz", "anlaşılmaz" olarak nitelenmiştir. 1985'te kendisine verine Nobel Ödül konuşmasında şöyle diyecektir: "'Claude Simon'a Nobel Ödülü verilerek, romanın kesinlikle öldüğü söylentisini doğrulamak mı istediler acaba?' diye soruyor bir eleştirmen. 'Roman' derken 19. yüzyılda gelişen yazın modelini kastediyorsa, onun gerçekten öldüğünü hâlâ anlamamış anlaşılan. Garlardaki, ya da başka yerlerdeki kitapçılarda hâlâ iyimser ya da umutsuz bir sonla biten, İnsanlık Durumu, Umut ya da Özgürlük Yolları gibi adlarıyla, açığa çıkmış birtakım gerçekleri yansıtan hoş ya da korkutucu serüven anlatılarının binlercesi alınıp satılsa da, bu daha uzun zaman böyle sürecek olsa da..." Simon yüzyılın başında ortaya çıkan ve gerçekçi olarak nitelenen romanın öldüğünü düşünür. Düzyazının da serbest bırakılmasından yanadır: "Halk arasında ozan olarak adlandırılan kişinin biraz özgür davranmasına ses çıkartılmıyorken, düzyazı yazarı neden bu özgürlükten yoksun bırakılsın, basit bir araç gibi kullanılması gereken bu dilin doğası üstüne başka hiçbir bakışı göze almaksızın, yalnızca ders alınması gereken öyküler yazma görevi üstlensin." Barthes'in "Dünyanın bir anlamı varsa, o da hiçliktir" sözünün kendisine yakın geldiğini söyleyen Simon, zaten, "toplumla, tarihle, kutsallıkla ilgili önemli bir gerçeği keşfetmiş olsaydım onu sergilemek, açıklamalı bir felsefe, toplumbilim ya da tanrıbilim kitabı yerine uydurma bir kurmacaya başvurmak bana gülünç görünürdü" der. Bu noktada yazı masasına oturduğunda olup bitmiş bir şeyi değil, çalışmanın şimdisinde gerçekleşen şeyi yazdığını belirtir: "Sanat tarihinde, kökten kırılma, değişim, ressamların, çok geçmeden de yazarların, görünen dünyayı değil de yalnızca onun kendilerinde uyandırdığı izlenimleri betimlemek istemeleriyle gerçekleşmiştir." Çünkü insan, tıpkı Tolstoy'un dediği gibi, sağlıklı insan, her an pek çok şeyi birden düşünür, duyumsar, anımsar. Dolayısıyla, amaç artık kanıtlamak değil göstermek, yeniden üretmek değil üretmek, ifade etmek değil keşfetmektir. O zaman izlenecek yol, kuşkusuz, 'başlangıç'tan hareketle bir 'son'a varan romancınınkinden çok farklı olacaktır. Bir gezgin, bir kâşif ne yapıyorsa yazar da onu yapacak, onun karşılaştıklarını yazıya aktaracaktır. Bu anlamda bu uçsuz bucaksız manzarayı keşfederken, çıkardığı kabataslak haritayı incelerken yorgunluktan tükenebilir. Hiçbir şey kesin değildir. Yazar bunları ararken, büyük bir emek vererek ilerler, bataklığa saplanır, yeniden yola düzülür. Çünkü yazı bir keşif yolculuğudur.

Tahsin Yücel, Claude Simon'un edebiyat anlayışını şöyle özetler: "Dünyayı ve olayları kesintisiz bir süreklilik olarak betimleyen tarihin ve tarihte olsun, romanda olsun 'anlatılan olayların birbirlerini saatlerinkine özenen bir zaman içinde izlenmesi'ni tek yol olarak benimseyen anlayışın yadsınması olarak tanımlanabilir. Claude Simon'e göre, hep çizgisel ya da süredizimsel bir biçimde gelişen bir anlatı gerçekçi bir anlatı değildir, çünkü, böylece ulaşılan sonuçların her zaman tartışılabilir olması bir yana, biz de yaşadığımız, tanık olduğumuz, öğrendiğimiz olayları bir süreklilik olarak algılayamayız; olaylar hep parçasal ve süreksiz olarak çıkar karşımıza. Bu nedenle, Claude Simon'un romanlarında süredizim durmamacasına alt üst edilerek tarihin tutarsızlığı yazı aracılığıyla aşılmak istenir."

Tramvay romanı onun tüm bu özelliklerini yansıttığı romanı. Parçalı ve değişken anlatımıyla yine sıkı bir örgü kurar. Her şeye yalıtılmış bir hastane odasından bakan anlatıcı şimdi ile geçmiş arasında gider gelir: "Başına buyruk kent dokusunun boğuk uğultusuyla her yandan sardığı hastane, çiğ bir çağdaş biçimle inşa edilmiş ikisi üçü dışında hepsi birbirini andıran pavyonları, keşişleri için yapılmışa benzer sessiz avlularıyla, çalkantılı ve kırılgan karmaşanın ortasında boğulup kalmış bir odacıktı sanki." Bu hastane odasındaki anlatıcı, hayatı, insanları, geçmişi yorumlar. Kapalı, anlaşılması zor, neredeyse birbirinden kopuk sahneler birbirine iliştirilerek parçalı, çok görünümlü bir kurguya ulaşılır.

Yeni Romanın önemli temsilcilerinden biri olan Nathalie Sarraute Kuşku Çağı adlı kitabındaki makalelerinde, bugün Yeni Roman diye adlandırılan akımın temel özelliklerini kendisinin bu adlandırmayı yapmadan gündeme getirdiğini, yazdığını belirtir: "Eskiden olduğu gibi, bugün de bu iç hareketlerin, varoluşumuzun gizli kaynağını oluşturduklarını düşünüyorum. Bunlar ancak benzer imgeler aracılığıyla, okuyucuya benzer duyumlar verebilecek biçimde aktarılabilirdi. Beni ilgilendiren, henüz bilinmeyen bu iç hareketlerin oluşturduğu dramların ta kendisiydi. Bu dramlara gösterdiğim dikkati hiçbir şey dağıtmamalıydı. Okuyucunun dikkatini de hiçbir şey dağıtmamalıydı: Ne roman kişilerinin karakterleri, ne bu karakterlerin geliştirmesine yarayan olay örgüsü, ne de bilinen, adlandırılmış duygular. Herkeste var olan ve her an, her hangi birinden ortaya çıkabilen bu iç hareketlerin dayanakları, adsız, belli belirsiz kişiler olmamalıydı." Sarraute bu iç hareketin peşinde, olay örgüsünü, karakteri önemsizleştiren bir yaklaşımla bir anın ufacık parçacıklarından oluşan hayat yorumlarına gider. Ama kapalı, ince ve rafine bir anlatımla. Sayısız küçük küçük izlenimlerle bir dünya oluşturur. Onun romanda aradığı, yeni bir durum, hiç kimsenin, algılamadığı, yansıtmadığı durumlardır. Belirgin bir olay yoktur. İç gerçek ve dış gerçek iç içe geçmiştir. Aile ilişkileri içinde, toplum içinde yalnız tipler, nesneler ve zihinsel gelgitler içinde ortaya konur. Bu yaklaşım romanda Proust ve Joyce'dan sonra daha ne yapılabilir arayışıdır.

Kimi eleştirmenler, Marguerite Duras'ı da Yeni Romancı olarak kabul ederler. Gerçekten de Yeni Romancıların betimlemeye yaslı ve görüntüden beslenen anlatı anlayışı Marguerite Duras'ta da görülür. Onların kahramanı silip nesneleri kahramanlaştırırken başvurdukları yegâne imkân betimlemedir. Görselliğin hep ön planda olduğu yeni roman örneklerinde, sinema etkisi barizdir; çünkü bu yapıtlarda her şey bir "bakış"la izah edilir. Bir kamera-göz, sürekli eşyayı, nesneleri tarar. Tüm görüntüler iç içe geçer önem ve önemsizlik birbirine karışır. Marguerite Duras'ta gördüğümüz, bölük pörçük, kırık, neredeyse hayaller içinde, görüntünün gücüne yaslanmış, coşkulu ve tutkulu anlatım Yeni Romancılara yakındır. Sayıklar gibi, hatırlar gibi, yarı uykulu, mekânsız ve zamansız ikili ilişkiler, tümüyle bilincin derinliklerinde, hafızanın labirentlerinde bir yolculuk... İmgesel, yarım bırakılmış ve derinlikli... Her yere dağılmış anı parçalarını toplamaya çalışan anlatıcı. Varla yok arası insanlar... Aşkın kavurduğu âşıklar ve kaçınılmaz ayrılık. Şehvet, aşk ve özlemin birbirine çarpışı ve imkânsız aşk. Diyaloglar ve boşluklar. Boşluklara yüklenen anlamlar... Sessizlikte okura sunulan zenginlikler... Eksiltmeler, sürekli eksiltmeler... Yeni roman akımının yansıması olan görüntüleme/gösterme tekniği...

Michel Butor ise Yeni Romancılar içinde ayrıksı bir yerde durur. Her ne kadar o da romanda yenilikçi bir arayış içerisinde ise de, bu akım içerisindeki yazarlar kadar aşırı değildir. Örneğin nesnelere önem verirken karakteri büsbütün silikleştirmez. Hatta karakter ve içinde yaşadığı şartların romanda yer verilmesinden yanadır. O daha çok yer ve zamanı önemsemektedir. Onun zaman dikkati ve ona verdiği önem Değişme (1957) romanında öne çıkar. Romanda şimdi, geçmiş ve gelecek iç içe verilerek gerçeğe doğru yol alınır. Ama bu yaklaşım bir karmaşaya, kaosa yol açmaz tam tersine her şey daha net anlaşılır.

Michel Butor'un Değişme romanında, Paris'te yaşayan Leon Delmont'un karısı Henriette'ten ve hoşlanmadığı Paris'ten ayrılıp, düşlerinin şehri Roma ve sevgilisi Cécile'ye gitmek için bir tren yolculuğu yapması ve sonunda da Paris'e ve karısına dönmeyi kararlaştırması anlatılır. Leon, sevgilisi Cécile'ye Paris'te bir iş bulmuştur ve o da Paris'e yerleşecek birlikte bir hayat kuracaklardır. Ancak Roma yolculuğunda artık fikri değişmiş, karısından ayrılmasının mümkün olmadığına karar vermiştir. Sevgilisine giderken aslında karısına dönmüştür. Bu arada da zihnine bir kitap yazma düşüncesi doğmuştur. Bu yolculuğun kazancı bu olmuştur. Kitapta tüm bu yaşananlar, tartışmalar, iç konuşmalar kaleme alınacaktır. Romanın ana karakterlerinden olan Roma-Paris şehirleri anlatı boyunca birbirleriyle karşılaştırılır, semboller üzerinden duygu aktarımında bulunulur. Leon'un karısı Henriette Paris'i, sevgilisi Cécile ise Roma'yı temsil etmektedir.

Romanın başında Leon'un kırk beş yaşına yeni girdiğini öğreniriz. Birkaç günlüğüne Roma'ya gitmektedir. Sevgilisiyle Roma'da buluşmaya giden Leon, geri dönüşlerle evden ayrılışını, karısı Henriette'nin bir şeyden şüphelenip şüphelenmediğini merak etmektedir. Yolculuğu tam kavrayamamaktadır: "Bu yolculuk bir rahatlayış ve gençleşme, hem bedeninizin hem de kafanızın baştan aşağıya bir arınışı olmalıydı; niye şimdiden bunun olumlu etkilerini ve coşkusunu duymuyorsunuz?" Gerçekten bu tren onu ilk ihtiyarlık belirtileri olarak ortaya çıkan çatlakların tümünü birden onarmaya doğru, öylesine bir rahatlama ve yenileşmenin onu beklediği Roma'ya doğru götürmektedir. Ne var ki bu yolculukta rahat değildir. Bir iç sıkıntısı ve boşluk hissetmektedir. Bu yolculukta âdeta hayatı, ilişkileri göz önünden geçmekte, hayatı yüzüne okunmaktadır. Otuz yaşındaki sevgilisi Cécile'ye Paris'te iş bulmuştur. Onu Paris'e getirecektir. Bu arada eşiyle ilişkilerini düşünmekte, ondan niçin ayrılmak istediğini temellendirmektedir. Aralarında aşk bitmiş, eşi onu elinde tutmanın yollarını aramaktadır. Oysa kopuş gerçekleşmiş birbirinden gitgide uzaklaşmaktadırlar. Leon, genç Cécile'de ise özgürlük ve büyülenme tutkusunu tatmıştır. Roma'da tattığı hayatın Paris'teki hayat, gölgesi bile olamaz. Ancak eşi bu yolculuktan şüphelenmiş Leon'da inandırıcı sebepler bulamamıştır. Çocukları karşısında küçük düşmekte, karısı ile ilişkiler düzelmemektedir. Bir taraftan çocuklar bir taraftan iş güç nedeni ile bu kadavra hâline gelen eşinden, evlilikten kurtulamamaktadır. Artık yol ayrımındadır ve bu yolculukla her şey yoluna girecektir: "Boğmak istercesine sarılan eller gibi, bir kıskaç gibi sıkan, bunaltan bu yarım yamalak yaşamdan, bu günbatışı sonrası yaşamından, bu basit tırtıl yaşamından pek yakında kaçıp kurtulacaktınız artık." Her şey Roma'dadır. Paris sonbahar, Roma ise ilkbahardır.

Tren yolculuğu boyunca Leon, genç sevgilisi Cécile ve Henriette arasında gidip gelir. Boşanma konusu gündeme gelir, Henriette ile bitmiş ilişkisini temellendirmeye Cécile'ye olan aşkının kazandırdıklarını düşünmeye çalışır. Tren Roma'ya doğru giderken, okur hem geçmişe hem de geleceğe doğru yolculuk yapar, ilişkiyi derinlemesine öğrenir. İhtiyarlığa, monoton, sıkıcı yaşama alışmış Leon son bir sığınak olarak gençliğine, Cécile'ye tutunmak, sığınmak ister. Bu üçlü açmaz her birini çıkış aramaya zorlar. Bir süre sonra Roma sevgisi ile Cécile sevgisi birbirine karışır: "Cécile'yi Roma'nın bir çehresi, sesi ve çağrısı olabildiği ölçüde sevdiğiniz bir gerçek ise, onu sadece Roma nedeniyle seviyorsanız, eğer Cécile'yi Roma'sız ve Roma'nın uzağında sevmiyorsanız, eğer onu Roma nedeniyle seviyorsanız (ne de olsa sizi Romaya kavuşturan Cécile olmuştur, şu anda da yine O'dur) yani Cécile sizce Roma'nın Kapısı ise, Cécile'yi gerçekten bu nedenlerle seviyorsanız, şu noktayı anlamak isterdiniz: niye böylesine büyülüyor sizi Roma, peki bu büyü niye Paris'te bozuluyor, Cécile Paris'te Roma'nın bir simgesi, imgesi olmak istese de niye olamıyor..." Böylece Cécile'ye duyduğu aşk değişir, bundan böyle başka bir gözle bakacaktır aşkına. İş bulup Paris'e geleceğini söylemek için Roma'ya giden kahraman, aslında Cécile'yi değil Roma'yı sevdiğini keşfetmiştir. Çünkü Roma'ya her gelişinde sevgilisi Cécile karısı Henriette olup çıkmaktadır. Bir aydınlanma olmuş, gerçeği görmüş, Cécile'ye olan aşkının Roma'nın etkisi altında olduğunun ayrımına varmıştır. Artık bu yolculuktan bambaşka bir sürprizle çıkmıştır. Evi terk edemeyeceğini kavrar. Şimdi Henriette uğruna, çocuklar uğruna, işini kaybetmemek uğruna özgürlüğünden vaz geçecektir. Artık bu boşluğu doldurmak, yarasını sarmak için önünde tek bir yol kalmıştır: yazmak. İçinde açılan boşluğu doldurmanın tek yolu budur. Özgürlüğe açılan başka kapı yoktur.

Bu yolculuk, Leon için diğer yolculuklardan farklı olmuş, kompartımandaki kişilere, nesnelere, resimlere, düşüncelere takılıp kalmış, yol boyunca âdeta kafasında bir düşünce makinesi oluşmuş, tüm bunlar iskambil kâğıtları gibi bir araya gelmiş ve bir kitap yazma kararı oluşmuştur: "Evet yazmalı, hazırlamalı, bir yapıtın aracılığıyla da olsa erişemediğimiz bir özgürlüğü, gelecekteki özgürlüğü hazırlamalı, pek dar bir ölçüde de olsa, bu özgürlüğün oluşmasına, kökleşmesine olanaklar hazırlamalı. Artık benim için tek avuntu bu olabilir." Kahraman kendi tecrübesini yazarak, kendi yaşayamasa da okurlara özgürlüğün yolunu aralayabilecektir. Tek avuntusu yazacağı kitaptır. Cécile burada olanca güzelliğiyle yaşayacak, hem de o güzel yansıttığı Roma'nın salt parıltısı ve ululuğu içinde bu kitapta yaşayacaktır. Kendini ona ancak böyle affettirebilecektir. Roman sonunda iki kent, iki insan ve açmazların, birlikteliklerin işlendiği bir metne dönüşür. Paris'ten Roma'ya giden tren yolculuğu sanki tüm istasyonları geçen dışsal bir yolculuk gibi gözükse de aslolarak kahraman Leon'un içinde oluşan içsel yolculuğu, manzarayı, istasyonları, ritmi, hareketi, geçtiği yolları anlatan bir serüvendir.

Michel Butor'un Değişme romanını unutulmaz kılan sadece Yeni Roman akımının önemli bir örneği olması değil, aynı zamanda bakış açısı tutarlılığıdır. Butor bu romanıyla o güne kadar fazla denenmemiş ikinci şahıs anlatımın ("sen/siz anlatım") ne denli kullanışlı bir bakış açısı olduğunun seçkin bir örneğini vermiştir. Paris ve Roma arasında yapılan bir tren yolculuğunda geçen Değişme'de, aşk imgesinin çözülüşü ikinci çoğul şahıs yöntemiyle ustaca anlatılır. Romanda anlatıcının sesi kahramanı çözen, deşifre eden bir üst sestir. Bir başkası kahraman adına konuşmaktadır. Bu gerçekleri kahraman kendine bile anlatmaktan çekinmektedir. Ama şimdi artık her şeyin konuşulma, tartışılma anıdır. Kuşkusuz burada "muhatap" sadece kahraman ("siz") değil, Matt Delconte'nin de belirttiği gibi aynı zamanda dinleyen/okurdur. Okur böylece kahramanın hayatına, bilincine tanıklık etmektedir. Bir başka deyişle anlatıcı sesi hem okur hem de kahraman dinlemektedir. Butor bu romanıyla, anlatı biçimleri içinde ikinci şahıs anlatımın ne denli müstesna bir yeri olduğunu, psikolojik derinlikleri aktarmaya nasıl uygun olduğunu ortaya koymuştur.

Birinci ve üçüncü tekil şahıs anlatıya göre daha az kullanılan ikinci şahıs anlatımda ("sen/siz anlatım") ise anlatıcı ses, kahramana bir ayna tutmakta, onun bilincine girmekte, kahramana kendisini anlatmaktadır. Burada anlatıcı, karşısındakinin bütün zihinsel durumlarını, hayatını, hayata bakışını bilmekte ve kahramanın öyküsünü ona ve okura anlatmaktadır. Bu onun konuşmak isteyip de konuşamadığı iç sesi, yüzleşmenin sesi gibidir. İfade ettiği, etmediği duyguları, izlenimleri onun yüzüne açık etmektedir. İkinci şahıs anlatımda geçmiş, gelecek, içinde bulunan an iç içedir. Bu anlatımda hem birinci tekil şahısın hem de tanrısal anlatımın imkânları kullanılabilmektedir. Matt Delconte, ikinci tekil şahıs anlatımın, anlatan kişi ile değil dinleyen kişi ile tanımlandığını belirtikten sonra, anlatıcı, öykü kahramanı ve dinleyici üçlüsünün arasındaki ilişkilerden yola çıkarak, "sen" anlatımının muhatabının sadece öykü kahramanı olmadığını aynı zamanda "dinleyici" olduğunu tespit eder. Romanın sonlarına doğru siz'li anlatımdan ben'li anlatıma geçilir. Anlatıcı "şöyle düşündü" diyerek iç konuşmayı dışarı verir kahraman kendi hikâyesini anlatmaya başlar. Artık bir şekilde gerçekleri kavramış, kendini tanımış, kendi kendisiyle yüzleşmeye razı olmuştur. Dinleyen değil anlatan biridir. Leon, Cécile'ye, Roma'ya giderken her şeyi dinlerken artık karısına Henriette'ye, Paris'e dönerken kendisi konuşmaya başlamıştır. Böylece gidiş ve dönüş duygularıyla çevrim tamamlanmıştır. Bu arada dinlediği, anlattığı şeyleri kaleme alacak ve ortaya Değişim çıkacaktır. Mehmet Rifat'ın deyişiyle Değişim'in en güçlü özelliği, hem bir yolculuğun yazılışı hem de bir yazılışın yolculuğu olmasıdır: "Bir anlatının romanı olduğu kadar bir biçimin, bir kurgunun romanı olan Değişim, geçiş, dönüşüm, eklemlenmenin ve uzam/zaman/kişi dizgesinin en iyi gözlemleneceği bir bağlam oluşturur."

Michel Butor, ikinci kişi anlatımı, birine kendi öyküsünü anlatmaya, kendisiyle ilgili, bilmediği ya da en azından dil düzeyine henüz ulaşmamış herhangi bir şeyi aktarmaya giriştiğin an, ikinci kişiyle yazılmış bir anlatı oluşur diye tanımlar. İkinci kişi anlatımı şöyle temellendirir: "Kişinin yalan söylediği, bizden ya da kendinden bir şey sakladığı, anlatılması gereken her şeyi bilmediği ya da bilse bile, bunları, düzgün bir biçimde birbirine bağlayamadığı durumlarda, lafları ağzından sökerek almak gerekir. Bu durumda, tanığın sözleri, ikinci kişiyle yazılmış anlatı içinde birinci kişiyle yazılmış bölümler olarak belirecektir. Ve bu bölümlerin ortaya çıkmasını sağlayacak olan da ikinci kişiyle yazılmış anlatı olacaktır." (Michel Butor, Roman Üstüne Denemeler, s. 99).

Michel Butor'un Değişme'si, biçimin öne çıktığı, nesnelerin özne olduğu, özgün, nitelikli, sıra dışı bir metin olarak sadece Yeni Roman akımının değil roman sanatının da en önemli eserlerinden biridir.



A. Robbe-Grillet, Yeni Roman, Yazko Yayınları, 1. Baskı 1981, s. 107.

Michel Butor, Roman Üstüne Denemeler, Düzlem Yayınları, 1. Basım 1991, s. 8.

Mükerrem Akdeniz, Nathalie Sarraute, Yönelişler, Bilgi Yayınları, 1. Baskı 1967, s.7.

Galip Baldıran, Alain Robbe-Grillet ve Yeni Roman, Çizgi Kitabevi Yayınları, 1. Baskı 2002, s. 23.

Claude Simon, Nobel Konuşması, Kırmızı Kedi Yayınevi, 1. Baskı 2018, s. 16.

Claude Simon, Tramvay, Sel Yayıncılık, 1. Baskı 2017, Tahsin Yücel, "Önsöz".

Nathalie Sarraute, Kuşku Çağı, Adam Yayınları, 1. Baskı 1985, s. 8.

Matt DelConte, "İkinci Tekil Şahıs, Niye Konuşamıyorsun?" İle dergisi, Sayı: 14, Ocak/Şubat 2008, ss. 3-15.

Mehmet Rifat, Roman Kurgusu ve Yapısal Çözümleme, Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı 2012, s. 21.



Yayın Tarihi : 2.05.2020

 
         
Yorum yazmak isterseniz...
İsim
@-posta Adresiniz
@-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.
Yorumunuz
Güvenlik kodu
 
  Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır
 
Okunma Sayısı: 1667