Necip Tosun ::: TOLSTOY BİZE NE SÖYLER? / NECİP TOSUN         
Necip Tosun
İnceleme/Eleştiri 
 
 TOLSTOY BİZE NE SÖYLER? / NECİP TOSUN


Tolstoy (1828-1910) döneminin benzer yazarları gibi asla sadece bir edebiyatçı olarak kalmak istemeyen bir yaklaşımla zaman zaman filozof zaman zaman ilahiyatçı zaman zaman da eğitimci kimliği ile düşünceler üretir. Bütün bu düşünce adamlığını ise ağırlıklı olarak romanlarında gösterir ve romanlarındaki bir karakter üzerinden düşüncelerini gündeme getirir. Roman türü de aslında bütün bu imkânları yazarına sunmaktadır. Tolstoy romanlarında ülkesinin toprak düzeninden eğitim sorunlarına, felsefeden bilime, tarihten ilahiyata kadar pek çok disiplin, alan hakkında söz almış, görüşler ileri sürmüştür. Bu anlamda ona yönelik en büyük eleştiri de romanlarındaki bir baloda, bir av partisinde, bir dost toplantısında sayfalarca süren bu didaktik, sıkıcı tartışmalara yer vermesi olmuştur. Romancı, öykücü, düşünür kimliği hep bir portrenin çeşitli görünümleri olmuştur. Eğitim kitapları yazmış, halk eğitimi üzerine masallar, hikâyeler kaleme almıştır.

Tolstoy edebiyata bir mesaj gözüyle bakar, hayatımızı değiştirmemizi ister, bize örnek karakterler sunar. Bir öğretmen olduğu kadar bir inanç önderidir de. İncil ile diriliş düşüncesini savunur. Genel olarak insanların ihtiyaçlarını azaltmalarını, toprağa, doğaya geri dönmelerini, bedensel çalışmayı öne çıkarmalarını savunur. Onun için üstün ahlak her şeyden önemlidir. İnsan mutluluğu, bireyin olgunluğu, sabrı ve inancıyla mümkündür. Uygarlık ve ilerlemenin insanı merkeze almayan gelişmesine kuşkuyla bakar. Tolstoy döneminin yazarları gibi, kimiz, nerden geldik nereye gidiyoruz, bu hayatı nasıl güzelleştirebilir, anlamlandırabiliriz sorularının peşinde olmuş, yazdığı her şeyi bu arayışının bir parçası yapmıştır. Son dönemlerde edebî eserlerden büsbütün uzaklaşıp neredeyse bir din anlayışı, bütün insanlığı kurtaracak bir düşünce, felsefe, inanç, kurtuluş yolu oluşturmaya çalışmış, bunalım, çile ve sorularla ömrünü tamamlamıştır.

Tolstoy, 1852-1859 yılları arasında Çocukluk (1852), İlk Gençlik (1854) ve Gençlik (1859) adlarında otobiyografik üç ciltlik bir roman yayımlar. Doğa sevgisi, şiirsellik, içli ruhsal göndermeler ve inanç parıltılarıyla yüklü Çocukluk yayınlandığında büyük bir coşku ve beğeni ile karşılanır, sevilir. Doğaya bakış açısına yaslanan dinî bir coşku kitabı belirler. Bu ilk kitaptaki Charles Dickens etkisi açıktır. Önemli yazar ve eleştirmenlerce Rusya'nın umut vaat eden büyük yazarı olarak selamlanır. 1855'de gönüllü olarak asker olur, savaşa katılır. Savaşta ölümle burun buruna gelmesi ona Sivastopol öykülerini kazandırır. Arka arkaya üç öykü yayınlar. Bu öyküleri okuduktan sonra Çarın Tolstoy'u savaş ortamından daha güvenli bir yere aldırdığı belirtilir. Bir yıllık bu savaş atmosferinden sonra terhis olur Petersburg'a gelerek edebiyat dünyasına girer: Turgenyev, Gonçarov, Ostrovoski ile tanışır. Ne var ki hiçbiriyle anlaşamaz. Onları kendini beğenmiş ve ikiyüzlü bulur. Ölüm onun hep zihnindedir: "Üç Ölüm" öyküsünü yazar. (1858-59) "Kar Fırtınası" (1856) bir başka öyküsü olur. Tolstoy bu dönemde "sanat sanat içindir" görüşünü savunmaktadır. Daha sonra bu görüşü değişecek, edebiyatın topluma yararlı bir işlevi olması gerektiğini savunacaktır. Tolstoy'un, ölüm karşısındaki insanın çaresizliğini, sevgisizliğin neye mal olduğunu ve hayatın gerçeklerini keşfeden kahramanın yaşadıklarını anlattığı "İvan İlyiç'in Ölümü" (1884-1886), öykü türünün başyapıtlarından biridir. Tümüyle karaktere odaklanmış öykü, İvan İlyiç'in bütün hayatını aşama aşama gözler önüne serer. Kroyçer Sonat'ta (1889) aşkı, evliliği merkeze alıp ikiyüzlülükleri açık eder. Kazaklar (1863) romanında sosyete, şehir hayatından bıkan kahramanın doğal, saf hayata yönelişini işler. Bitkiler, hayvanlar ve doğal hayat içerisinde bir cennet arayışını yansıtır.

Tolsoy'un sanat anlayışını, edebiyata bakışını ve hayat algısını en iyi yansıtan eserleri Savaş ve Barış (1863-1869), Anna Karenina (1873-1877) ve Diriliş (1899) romanlarıdır. Tolstoy'un başyapıtlarından biri olan Savaş ve Barış konu olarak Rusların Fransızlarla yaptığı iki büyük savaşı işler. Pek çok yazarca Dostoyevski Shakespeare'e, Tolstoy ise Homeros'a benzetilir. Tolstoy'un Homeros'a benzetilmesindeki en önemli dayanak da Savaş ve Barış'tır. Çünkü Savaş ve Barış bir anlamda Rusya ve Fransa arasındaki büyük savaşların İlyada benzeri epik tarzda yazımıdır. Onun içip Tolstoy epik tarzını yeniden diriltmiştir denilebilir. Bilindiği gibi İlyada daha çok savaş odaklı bir destandır ve insanların savaştaki konumlarını, zaaflarını, güçlü yanlarını kayıp ve zafer karşısındaki davranış biçimlerini hikâye eder. Savaşın bütün vahşeti, insanlar üzerindeki etkisi uzun uzun aktarılır. Savaş psikolojisi, kişiler arasındaki diyaloglar ve askerlere yapılan konuşmalarla gündeme gelir. Savaş atmosferi sayısız tasvirle çizilir. Homeros'un ruhunun, destansı sesinin Savaş ve Barış'ta gezindiği görülür. Özellikle görkemli savaş sahneleri, doğanın bir savaş atmosferi kullanılması, karar vericiler ve uygulayıcıların karşılaştırılması, savaş karşısında test edilen insan doğası temalarıyla İlyada'yı çağrıştırır. Maksim Gorki anılarında Tolstoy'un da böyle düşündüğünü belirtir: "Savaş ve Barış konusunda şöyle demişti Tolstoy: Yapmacık alçakgönüllülüğü bir yana bırakıp da doğruyu söylemek gerekirse, ikinci bir İlyada'dır Savaş ve Barış."

Tolstoy, Savaş ve Barış'ta savaş ve barışa nüfuz eder, gizlerini ortaya çıkarır. Elinde hem kurmacanın gücü hem de insan denen büyük bir hazine olan Tolstoy, başka disiplinlerle kolay kolay ortaya konamayacak yeni düşünceleri romanında gündeme getirir. Çünkü büyük edebiyat eserleri, kuru bir tarih kitabından, felsefi metinden, hukuk tartışmalarından çok daha fazla bir deneyimi, ufuk açıcı gözlemleri, sarsıcı insanlık tecrübelerini aktarır, işler, tartışır.

Edebiyat tarihinde imkânsız aşkların anlatıldığı romanların zirvelerinden biri Lev Tolstoy'un Anna Karenina romanıdır. Dünyanın en büyük romanlarından biri olan Savaş ve Barış'ı yazmış olan Tolstoy savaş ve barışı mükemmel anlattığı gibi insani duyguları anlattığı Anna Karenina'da da büyük bir başarı sağlar. Anna ve Vronski'nin yasak aşkı tüm bireysel ve toplumsal sorunların ortasına yerleştirilir. Ama buradan çıkış yoktur.

Mutsuz aşklar roman sanatının sıklıkla başvurduğu ana temalardan biridir. İmkânsız aşk ağırlıklı olarak bu romanlarda şöyle kurgulanır: Aşkın kalıcı ve iz bırakıcı olması için önce yangın büyütülür sonra imkânsız hâle getirilir. Kavuşma olunca etkinin biteceği, azalacağı ihtimalinden hareket edilerek, atmosferin okura geçmesi, büyümesi için aşk yarım bırakılır, tamamlanmaz. Kahramanların yaşadığı acı okura etki olarak yansır. İmkânsız aşkta, imkânsızlık hem aşkı büyüten bir durum hem de aşkı sonuçlandıran bir neden olarak ikili bir işlev görür. Aşka ulaşılamama gerçeği aşkı kamçılar, cazip hâle getirir. Âşık bunu aşmak için çırpınır, yaralanır. Bu yara, aşkı gitgide büyütür. Ama yükselme çizgisi en üst noktaya ulaşırken, aynı zamanda içinde kopuş nedenlerini de besler. Âşık hiçbir şekilde kavuşma olamayacağını bu süreçte aynı zamanda test etmekte, gerçekle yüzleşmektedir. Bu yüzleşme belki de aşkın ateşinin sönme süresidir. Âşıklar aşklarıyla baş edebilecekleri aşamaya geldiklerinde gerçekle yüzleşir, aşklarını içlerine gömerek yenilgilerini kabullenirler.

Anna Karenina büyük bir imkânsız aşk hikâyesidir. Roman bir imkânsız aşka yaslansa da döneminin Rus toplumunun iyi bir analizi olarak kurgulanmıştır. Romanda Batıcılık, sosyalizm, toprak yönetimi, inanç sorunu gündeme gelirken, Rusya'nın o dönemdeki siyasi, sosyal durumunun âdeta bir fotoğrafı ortaya konur. Dönemin sanat, edebiyat, kültür ve inanç algısı da karakterler üzerinden dile getirilir. Sosyete, kibar topluluklar eleştirilir, aile kurumu, dönemin bürokratik ortamı, mahkemeler tartışmaya açılır. Aşk, karı-koca, bağlılık mefhumları üzerine görüşler ileri sürülür. Romana, "Mutlu aileler birbirine benzerler, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır." cümlesiyle girilir. Bu bir anlamda romanın da temel vurgusu gibidir: Karı-koca hakları nedir, evlilik nedir, aile kurumu nedir gündeme gelir. Kadın hakları, nihilizm, toprak sorunu, azınlıklar, Avrupalılaşma tartışılır. Ama romanın merkezinde aşk, aile ve bunun bireydeki karşılığı vardır.

Tolstoy'un yetmiş yaşında yazdığı Diriliş, Tolstoy'un inanç eksenin oluşturduğu, düşüncelerini sergilediği bir manifesto kitabı olur. İki büyük romanı Savaş ve Barış, Anna Karenina'dan sonra yazdığı bu roman onun yaşadığı bunalım, arayış ve keşif yolculuğunun bir yansımasıdır. Romanın ana kahramanı Nehludov, tıpkı Tolstoy'un son dönemi gibi İncil'i yorumlar ve yeni bir Hristiyan anlayışına ulaşır. Romanın finali İncil'i yeniden keşiftir ve ondan alıntılarla biter. Nehludov genç kız Katyuşa ile bir ilişki yaşamış ama onu terk etmiştir. Katyuşa yıllar sonra karşısına bir genelev çalışanı ve katil sanığı olarak gelir. Kendisi de mahkemede jüri üyesidir. Kız mahkûm olur. Ona karşı borçlu olduğunu hisseden Nehludov artık bütün hayatını ona adar. Hukuki süreçleri zorlayarak kızı kurtarmaya çalışır. Bu arada içinde Tanrı'yı keşfetmiş, kendini doğru yola vakfetmiştir: "Tanrım bana yardım et, akıl ver, gel, içime gir ve beni her türlü pislikten arındır! Dua ediyor, Tanrı'dan kendisine yardım etmesini, içine girmesini ve onu arındırmasını istiyordu, oysa istediği şey çoktan olmuştu. İçinde yaşamakta olan Tanrı, bilincinde uyanmıştı. Kendisini Tanrı gibi hissetti, bu yüzden de sadece yaşamın özgürlüğünü, canlılığını ve sevincini duymakla kalmadı, iyiliğin gücünü de hissetti. Bir insanın yapabileceği en iyi şeyleri kendisinin de yapabileceğini hissediyordu artık." Zaten insanda bu duygu hep vardır: "Her insanda olduğu gibi, Nehludov'un içinde de iki insan vardı: biri ruhu olan, yalnız kendinin değil, başkalarının da iyiliğini isteyen adam; öbürü, sırf kendini düşünen, bunun için bütün dünyayı fedaya hazır olan maddi adam." Hayatını yeni bir oluşum üzerine oturtan Nehludov kendisini affettirebilmek için Katyuşa'ya yardım eder. Bu bir anlamda başkasına yardım ederek mutluluğa ulaşma arayışıdır. Böylece Tanrı'ya sığınmış, kendini ona adamıştır. Roman yine onun temel vurguları olan Tanrı inancı, toprak dağıtımı, adalet konularını gündeme getirir. Romanda adaletin işleyişi, cezaevi şartlarının kötülüğü yönetime yönelik eleştiriler olarak öne çıkar. Diriliş Tolstoy'un yazı hayatında önemli olsa da iki büyük romanı Savaş ve Barış, Anna Karenina'nın başarısından uzak bir eserdir.

Poetikası

Tolstoy'a göre, gerçek bir yetenek, iki omuzunun birinde etiği, diğerinde ise estetiği taşır. Etiği taşıdığı omzunu ne kadar kaldırdıysa, estetiği taşıdığı omzu da o oranda indirmek durumunda kalır ve bu durum yeteneğine zarar verir. Bu görüşüne karşın ona göre her şeyden önce halka ulaşan hatta halka yararlı olan eser önemlidir. Ahlaki yönü güçlü, hakikat vurgusunu öne çıkaran, insanı manevi yönden geliştiren edebiyatı daha yararlı ve değerli bulur. Halktan kopuk, ona tepeden bakan eserleri değerli bulmaz. Tolstoy bir edebiyat eserinde biçiminin tamamıyla içerikle uyum içinde olması gerektiğini belirtir. Eser, ciddi ve sade olmalı, ayrıntılar daima gerçek olmalı, yapmacık değil inandırıcı olmalı, dil kusursuz, karakterlerin ifadeleri doğal, güçlü ve canlı olmalıdır. Herhangi bir sanatsal eserini tek bir parça hâlinde birleştiren ve bu yüzden yaşamı yansıtıyor intibaın veren, kişilerin ya da durumların birliği değil, yazarın konuyla arasındaki bağımsız ahlaki ilişkinin bütünlüğüdür: "Ressam ne çizerse çizsin; azizler, hırsızlar, krallar ya da hizmetçiler; biz sadece yazarın kendi ruhunu görürüz. Bu yüzden, açık, kesin ve doğru bir dünya görüşüne sahip olmayan ve özellikle bunun istenmeyeceğini düşünen bir adam, sanat eseri üretemez. Hayranlık verici pek çok şey yazabilir, fakat bunlar sanat eseri olmayacaktır."

Yazarın, işlediği konuyla arasındaki doğru, yani ahlaki ilişki, ifadenin açıklığı, biçimin güzelliği, içtenlik onun bir edebî eserin başarısında aradığı temel ilkelerdir. Bir sanat eseri insanın hayata bakış açısını genişletmeli, ruhsal zenginliği artırmalıdır. Yeni bir fikir ileri sürmeli, bu önemli olmalı, herkesin anlayabileceği sadelikte ve anlaşılırlıkta olmalı, yazarı bu eseri yazmaya iten neden dış bir dürtüden değil, içsel bir ihtiyaçtan kaynaklanmalıdır. O bir eserdeki içeriğin bilinmeyen, yeni bir şey olmasını çok önemser. Taklit içerikleri, çoğaltmacılığı sanat eseri olarak kabul etmez. Ortalama bir yetenek pek çok güzel taklit eser üretebilir. Yeni, önemli, güzel, anlaşılır eserleri sanat eseri olarak kabul eden Tolstoy sanat etkinliğini şöyle ifade der: "Bir duyguyu uyandırmak için, o duygu önce yaşanır ve sonrasında hareketler, çizgiler, renkler, sesler ya da kelimelerle ifade edilen biçimlerle yeniden canlandırılır ve aynı duygu başkalarının da yaşaması için aktarılır. Sanat etkinliği budur." (Sanat Nedir?, s. 175.) Ona göre bir insanın gerçek bir sanat eseri üretebilmesi için pek çok koşul bir araya gelmelidir. O kişinin, çağının en üst düzey yaşam anlayışına dayanması gereklidir. O bir duyguyu yaşamalı, onu aktarabilecek arzuya, güce ve yeteneğe sahip olmalıdır. Ayrıca sanat türlerinden birinde yeteneği bulunmalıdır.

Tolstoy sanatın bir ölçüsü olarak kabul edilen "gerçekçilik" anlayışına karşı çıkar ve gerçekçiliğin bir şeyi tam olarak taklit etmek olduğunu düşünür: "Oysa taklit bir ölçü olamaz, çünkü sanatın temel özelliği, sanatçının yaşadığı duygularla başkalarını etkilemesi, onlara bu duyguları geçirmesidir. Bir sanat eserini onun gerçekliği ve verilen ayrıntıların doğruluk derecesi yönünden değerlendirmek, bir besinin dış görünüşüne bakarak besleyicilik değeri hakkında karar vermek kadar tuhaftır. Bir eseri gerçekliğine göre değerlendirdiğimiz zaman, sanat eserinden değil, yalnızca onun taklidinden konuştuğumuzu göstermiş oluruz." (Sanat Nedir?, s. 251.)

Tolstoy hep teorisyen ve uygulayıcıydı. Bir şeyi değiştirmek, dönüştürmek istiyordu. Çok erken yaşlarda Hristiyanlığı kendine göre yorumlamıştı. Okul kurdu, toprak dağıtımı fikrini geliştirdi, şehirli sosyeteyi ağır bir şekilde eleştirdi. Dağı, kırı önemsedi, doğal yaşamı savundu. Edebiyata, sanata da böyle bakıyordu. Edebiyat onun elinde bu düşüncelerini aktaracağı bir araçtı. Bu nedenle zaman zaman edebiyatı küçümsedi. Bir eylemci, düşünce adamı, filozof, din reformcusu pozisyonundaydı. Edebiyata metafizik acıları, kilise ile hesaplaşmasını, toprak anlayışını, Moskova sosyetesine öfkesini, İncil yorumlarını, ahlak anlayışını, evlilik kurumunu algılayışını, diriliş düşüncesini yerleştirmesine rağmen yine tam olarak tatmin olmadı. Ömrünün sonunda yaşadığı bunalım edebiyatta bu yaptıklarından memnun olmadığının göstergesi oldu. Her şeyi terk ederek bir istasyonda vefat etmiş olması bir anlamda tüm hayat anlayışını istediği finale ulaştırmasıydı.

Maksim Gorki, Edebiyat Yaşamım, Payel Yayınları, 3. Basım 2007, s. 332.

Tolstoy, Sanat Nedir ?, Şule Yayınları, 1. Baskı 2000, s. 74.



Yayın Tarihi : 26.03.2020

 
         
Yorum yazmak isterseniz...
İsim
@-posta Adresiniz
@-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.
Yorumunuz
Güvenlik kodu
 
  Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır
 
Okunma Sayısı: 2258