Necip Tosun ::: NURİ PAKDİL: EDEBİYAT, DURUŞ VE DEVRİM         
Necip Tosun
İnceleme/Eleştiri 
 
 NURİ PAKDİL: EDEBİYAT, DURUŞ VE DEVRİM


Nuri Pakdil bütün bir hayatını Edebiyat Eylemi'ne adamış, çağını, inancını, kavgasını edebiyat üzerinden yorumlamış, kaotik dünyanın dilinin ancak edebiyatın diliyle çözüleceğine inanmış bir yazardır. Yazıya bir ibadet olarak bakmış, yazmanın coşkusunu her satırında hissettirmiştir. Pakdil, insan ruhuna giden tüm yolların edebiyattan geçtiğine; bir halkı olumlu ya da olumsuz yönde oluşturan gücün o halkın edebiyatı olduğuna inanır. Ona göre, sanata, edebiyata yakın olmakla ve sanatı, edebiyatı savunmakla insanı tuttuğumuzu, insanı savunduğumuzu ortaya koyabiliriz. Bu nedenle insana yakınlaşabilmek, insan sıcaklığını duyumsayabilmek sanatla, edebiyatla olur. İnsanı savunma gereğinden dolayı, "sanatı, edebiyatı savunmak zorundayız" der. Pakdil tüm bu düşüncelerini hayatına yansıtmış bir edebiyat adamı olarak kırkı aşan eseriyle ve tam bir adanmışlıkla zengin, derinlikli bir edebiyat, sanat, kültür evreni yaratmıştır.

Nuri Pakdil'in düşünce, sanat ve edebiyat algısını; dergiciliği, denemeciliği/günlükleri, tavır adamı/duruşu ve oyun yazarlığı özellikleriyle tanımlamak, açıklamak mümkündür. Nuri Pakdil dendiğinde ilk akla gelen özelliği çok iyi bir dergi yönetmeni olmasıdır. Pakdil'in on altı yıl boyunca çıkardığı Edebiyat, o döneme göre çığır açıcı, sıra dışı, evrensel bir dergidir. Edebiyat tam bir kadro dergisi olmuş, bir okul işlevi görürken, yazarları, büyük bir bağlılık ve ısrarla sadece Edebiyat dergisi çevresinde yer almış ve burada şiirler, öyküler, denemeler ve çeviriler yayınlamışlardır. Bu anlamda yazar kimlikleri bu dergi içinde şekillenmiş, bu derginin atmosferinde var olmuş, bu dergi duyarlığında nefes almış ve derginin ortak duyarlığını yansıtmışlardır. Edebiyat dergisi ortak duyarlığı, mesajları, jargonu yazarların metinleri aracılığıyla ortaya konmuştur. Yoksulluk, emek, kitap, mülkiyet, alın teri, ezilenler, öncüler, bilenmek, sorumluluk, direnç Edebiyat dergisinde oluşmuş ortak duyarlığı dile getiren kavramlar olmuştur. Edebiyat dergisindeki bu düşünsel, dilsel ortaklık, aynılık giderek yazar isimlerinde de kendini göstermiş, tüm yazarlar isimlerinden vaz geçerek Nuri Pakdil'in belirlediği, derginin ortak amaçlarına, anlam dünyasına uygun müstear isimler almışlardır.

Nuri Pakdil Edebiyat dergisini hiçbir zaman salt bir dergi olarak düşünmemiş, karşı anamalcı, karşı sömürgeci bir eylem, bir tavır, bir birliktelik olarak görmüştür. Pakdil'e göre, Edebiyat dergisiyle bütünleşmek bir varoluş sorunudur. Gelip geçici bir yer değil, yola çıkmak, sorumluluk üstlenmek, eylem yüküyle hareket etmek demektir. Dolayısıyla Edebiyat dergisine katılmak kolay değildir. Bu bilinci, dikkati, çabayı göstermeyenlerle yolları ayrılır. Edebiyat dergisine katılanlardan dayanışma, sürekli okuma, yazma beklenir. Pakdil, Edebiyat için "ortak bir hareket" derse de tümüyle damgasını vurduğu bir dergidir. Derginin tüm kodlarını, temalarını, yayın anlayışını belirleyen, yönlendiren Nuri Pakdil olmuştur. Derginin bir koro olmasını istemiş orkestra şefi de kendisi olmuştur. İpi hep o gerer, tüm yazarları istim üzerinde tutar, yazmaya zorlar, yönlendirir: "Ben şu gerdiğim ipi bıraksam, herkes sapır sapır dökülecek ve eylem bitecek." Edebiyat dergisi tam bir yeryüzü dergisidir. Daha 1973'lerde, ufku geniş bir edebiyat anlayışını yansıtır. Ülke insanının çok az tanıdığı pek çok yazarı Pakdil çevirileriyle okurlarına tanıtmıştır. O dönemde metinler, söyleşiler çevirdiği yazarlardan bazıları şunlardır: James Joyce, Gabriel Garcia Marquez, Samuel Becket, Jorge Louis Borges, Gabriel Okara, Jean Pierre Mercier, Arnold Toynbe, Jorge Amedo, Micheal Anang... Bu çevirileri bizzat kendisi yapmıştır. Diğer yandan Müslüman coğrafyasından, Arap edebiyatından çeviriler de dergi de yer almıştır.

Nuri Pakdil'i tanımlayan ikinci özelliği denemeciliğidir. Deneme, Nuri Pakdil'in, oyunları yanında en çok önemsediği ve ürün verdiği türdür. Biat, Bir Yazarın Notları, Bağlanma, Batı Notları onun oldukça başarılı deneme örnekleridir. Zaten Edebiyat dergisi Nuri Pakdil'in yönlendirmesi ve tercihiyle bir bütün olarak deneme türünün en önemli örneklerinin yayınlandığı dergi olmuştur. Pakdil ilk dönem denemelerini son derece açık, anlaşılır bir dille yazarken son dönemlerde gitgide kapalı, hatta şifreli, kodlu metinleri tercih etmiştir. Bu yazılar, anlamı iyice örten, derinlerde bir acıyı, başkaldırıyı dile getirir. Ortalama bir okurla bağlantıyı tümden koparmayı hedefler. Bu sese, duyarlığa aşina oldukça sınırlı bir okura seslendiği açıktır. Doğu ve Batı edebiyatını yakından tanıyan, dil ve edebiyat bilinci gelişmiş entelektüel bir yazar olarak bu türde geniş çevreleri yakalayabilen eserler ortaya koyabilecekken bir yazarlık tutumu olarak "düşünce şiiri" olarak adlandırdığı bir türe dönmüş ve bu türde eserler vermiştir. Klas Duruş'taki son cümle belki de onun bu kapalı anlatma tercihini ortaya koyar: "İnsan, ancak, gizemli cümlelerle özgür olur."

Nuri Pakdil'in üçüncü özelliği ise bir tavır adamı oluşudur. Devrimci tutumu, öfkesi, yazdıkları hayatının her anına yansımış, insani ilişkilerini belirlemiş bu nedenle de bir tavır adamı olarak bilinmiştir. Yazdıklarını birebir hayatına uygulamış bu da zaman zaman kırılmalara, uzaklaşmalara giderek onun yalnızlaşmasına yol açmıştır. Bu tutum etrafında şehir efsaneleri oluşmasına neden olmuş, hatta bu özelliği yazarlığını, kitapları örten bir yaygınlığa ulaşmıştır. Yazar kişiliğini geri planda bırakan bu magazinel yaklaşıma Nuri Pakdil itiraz etmek zorunda kalmış ve kendisinin her şeyden önce bir yazar olduğunu belirterek, kendisini tanımak isteyenlere adres olarak kitaplarını göstermiştir. Tavır adamı olarak algılanmasını ise insanların hayatıyla yazdıklarının özdeşliğini vurgulama isteğinden kaynaklanmış olabileceğini ifade etmiştir. Bir kitabının ismi olan Klas Duruş'u şöyle tanımlar: "'Klas duruş', bir insanın, bir yazarın, hiçbir engelden yılmadan amacına doğru yürüyüşünü ifade eder. 'Klas duruş', çok sabırlı olmaktır; vicdanlı olmaktır; yazdıklarınızla yaşama biçiminiz arasında çelişki olmamasıdır. Her koşulda, doğru bildiğiniz şeyin arkasında durmaktır."

Nuri Pakdil'i en iyi yansıtan ve onun önemsediği yanının ise oyun yazarlığı olduğu söylenebilir. Bu nedenle nasıl Necip Fazıl'ın şiiri, Sezai Karakoç'un şiiri, Rasim Özdenören'in öyküsü varsa Nuri Pakdil'in de sanatçı yönünü ortaya koyduğu tür oyunlarıdır. Şair olmadığını kendisi söyler ve son dönemde yazdıkları için onlar "düşünce şiirleridir" der. Tiyatro Pakdil için çok önemlidir. Çünkü orada düşüncenin eyleme dönüşmüş hâli vardır. Bu başka türde bulunmayan bir özelliktir. Kendisiyle yapılan bir söyleşide tiyatroyu şöyle değerlendirir: "Tiyatro, edebiyatın, başka bir anlatımla sözün (parole) eyleme dönüşmesidir. Ne şiirde, ne öyküde, ne romanda bulunmayan bir işlev yüklenmiştir oyuna. Bu da, oyunda anlatımın ancak eylemle olabileceği gerçeğine götürüyor bizi." Nuri Pakdil, "Tanrı Tiyatroya Girecek" başlıklı yazısında, "oyun yazmak sanatların en zorudur, işlevi de en evrensel olanı. Bunu deneyeceğiz sürekli." diyerek yolunu çizdikten sonra, "ülkelerin öldürmenlerini en çok tedirgin edecekler, o ülkenin yeni oyun yazarları olacaktır." diyerek oyun yazarlığını niye seçtiğini de izah eder. Böylece Nuri Pakdil yazarlığının başlarında oyun türünü seçer ve bu türde yazacağını ilan eder. Yayınladığı kırkı aşkın kitap içinde en çok sevdiği, kendisini en iyi yansıttığı eseri sorulduğunda hepsini çok severim dedikten sonra en çok sevdiği eserinin Umut olduğunu, Umut oyununu kitapları arasında hep ayrı bir yere koyduğunu söyler. Oyundaki "Bay" karakterinin de kendinden epeyce izler taşıdığını belirtir. Nuri Pakdil'in oyun tercihi dönemi düşünüldüğünde oldukça anlamlıdır. Çünkü "tiyatro edebiyatı" onun yazdığı dönemde bugünlerden çok daha değerlidir ve edebiyatçılar arasında başat türlerden biridir. Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, Oktay Rıfat, Melih Cevdet Anday, Tarık Buğra, Sabahattin Kudret Aksal, Behçet Necatigil, Adalet Ağaoğlu dışarıdan Samuel Beckett, Eugene Ionesco, Bertolt Brecht, Albet Camus oyunlar yazmışlardı. Diğer yandan modern tiyatronun simgesel anlayışı onun arayışlarına tam da karşılık gelmiştir. Bütün bu nedenlerle oyun türünü önemser ve yazdığı yedi oyun onun sanatçı yanını ortaya koyan en önemli çalışmaları olur.

Yabancılaşma Nuri Pakdil düşüncelerini ifade ederken neredeyse aynı kelime ve kavramlara yaslanmıştır: Alın teri, sömürü, emek, önder, sorumluluk, özgürlük, Tanrı, uygarlık, Orta Doğu, Afrika, kirli mülkiyet, başkaldırı, kara siyasa... Öyle ki sadece bu sözcükleri ve anlam alanlarını izleyerek onun yazarlık serüveninde ne yapmak istediğini ortaya koymak mümkündür. Ama Pakdil'in düşünce dünyasını asıl açıklayacak anahtar sözcük "yabancılaşma"dır. O yabancılaşmayı, genel olarak fıtrattan kopuş, uygarlığa sırt dönüş, özel olarak da Batılılaşma olarak tanımlar. Kısaca Batılılaşma eşittir yabancılaşmadır. Ona göre Batılılaşma "yadsıma"nın, "saçma"nın özdeşidir. Bu yüzden Batılılaşma, bizi yabancılaştırma düzeyinde çağın tüm bunalımlarıyla karşı karşıya getirmiştir.

Nuri Pakdil'e göre Türk düşüncesi, sanatı, yabancı ulusların deneylerine değil, kendi ülkemizin, halkımızın tarihsel özelliklerine, birikimlerine dayanmalı, onun duyuş ve heyecanlarına tercüman olmalıdır. Batılılaşma çabalarının her alanda olduğu gibi, sanatımızı da bir açmaza sürüklediğini düşünen Pakdil, Türk halkını yaşatan ne varsa, (dil, gelenek, inanç, üretim ilişkileri) ona sahip çıkmanın doğru yol olduğunu savunmuştur. Özellikle din olgusunu, uygarlığımızın temel bir gerçeği olarak belirlemiş, din gerçeğini görmezlikten gelmenin Türk halkına ihanet etmek, ondan kopmak anlamına geldiğini temellendirmiştir.

Nuri Pakdil, eserlerinde ülkede yabancılaşmanın kaynağı hatta kendisi olarak gördüğü Batı ve Batılılaşma ile derin bir hesaplaşma içerisine girer. Özellikle Doğu ile Batı'nın eşyaya, insana bakışta, kavrayışta farklılıklarını öne çıkararak, Batılılaşma ile yabancılaşma arasında bir paralellik olduğunu temellendirir. Bu karşı koyuşunu Batılı yazarlardan deliller getirerek ispatlar. Batı'nın sanat/edebiyat ve düşün dünyasını yakından izlemesi ve bu dünyaya kolay nüfuz etmesi düşüncelerini ve karşı koyuşunu inanılır kılar. Ionesco, Camus, Sartre, Expurey Batı'yı eleştirmede değerlendirdiği belli başlı yazarlardır. Ayrıca yaptığı Batı yolculuğundaki gözlem ve tanıklıkları Doğulu ve Batılı toplumlar arasındaki farklılıkları yerinde görmesini sağlamıştır.

Nuri Pakdil'in Batı'yla ilgili görüşlerini şöyle özetlemek mümkündür. Batı insanı makineleşmiş, ruhu yok saymış çürümekte olan bir organizmadır. İnsanın kişiliği makinenin bir adım gerisindedir. Batı yaşantısının uyumsuzluğu bu dengesizliktedir. Ruh/kalp hep atlanmıştır. Batı'nın güneşi bile plastiktir. Putçuluk inanca giden yolu tıkamıştır. Teknoloji bir araç olmaktan çıkmış bir amaç hâline gelmiştir. Hız telaşı, zaman kavramının yitmesine yol açmıştır. Batılılarda bizim ulusumuza özgü cömertlik, gönül zenginliği yoktur. Batı aynı zamanda emperyalist ve sömürgecidir. Dünyanın dengesini sağlayan Osmanlı Devleti yıkılmadan, Doğu'nun, Orta Doğu'nun, Afrika'nın kaynaklarını sömüremeyeceğini bilen Avrupa, Osmanlıyı parçalayarak bu düşünü gerçekleştirmiş, Asya'yı, Orta Doğu'yu, Afrika ve Latin Amerika'yı sürekli sömürmüş, ezmiştir. Batı hastalıklı insanların yurdudur. Batılı insanın maddesel istek dışında, insan ruhu ve maneviyatına ilişkin hiçbir kaygısı/talebi yoktur. Makine yaşantısı Batılıları bencilleştirmiştir. Oysa bencillik insanın içindeki adalet duygusunu kurutur. Aslında çağdaş insanın yaşadığı hastalıklı hâller Batı toplumunun, uygarlığının insanlığa bir hediyesidir (!)

Nuri Pakdil böylesine olumsuz bir uygarlık/anlayış olarak nitelediği/çizdiği Batı'nın ülkede bir modernlik olarak sunulmasına itiraz eder. Bu girişimleri tümüyle bir "yabancılaşma" olarak niteler: "Uzun yıllardır, uygarlığımızı bırakıp, nasıl olursa olsun, ne olursa olsun, Batılılara benzemeye çalışıyoruz. Onların sözlerini tutmadan, onların kurumlarını almadan, onların yasalarını uygulamadan, sorunlarımızı çözemeyeceğimiz kanısına varmışız. Nasıl düşünüyorlarsa biz de öyle düşüneceğiz; düşüncenin en iyisini onlar bilirler çünkü! Avrupalılar birer örnektirler önümüzde. Öyküneceğiz onlara! Batılılaşmak dediğimiz yabancılaşma böyle başlamadı mı?" Oysa "Bir ulus, kendi uygarlık değerlerinden kopuk bir düzeyde bulunuyorsa, o ulus için ne ekonomik ne de siyasal bir bağımsızlık söz konusu olabilir. Siyasal ve ekonomik konumları çok çabuk değişebilir bir ulusun, değişmeyen, sürekli, sağlıklı kalan konumu ise, o ulusun kişilikli konumudur uygarlık içinde." Bu ilkeler gözetilmediği için, Batılılaşma serüveni ülkede sancılı bir durum ortaya çıkarmıştır. Batının ilerleme-çağdaşlık-modernlik anlamında tek bir model olarak izlenmesi, uygarlık dayatımı olarak gerçekleşmiş bu da halka kültürel bir çarpılma olarak yansımıştır. Abdullah Cevdet'ten mülhem "Bir ikinci medeniyet yoktur. Medeniyet Avrupa medeniyetidir," yargısının tüm çevrelerce benimsenmesi beraberinde pek çok sorunu da doğurmuştur. Geçmiş, yaşanan gerçekliğe göre değil, yeninin bakış açısıyla tekrar kodlanıp dizayn edilmiş, böylece tarih ve birikim orijininden saptırılmıştır. "Nakil zinciri" kopmuş halk tüm alanlarda tam bir altüst oluşu yaşamıştır. Pakdil "çağının tanığı bir yazar" olarak bu durumdan kendini sorumlu hissetmiş ve yazarlık serüvenini bu mücadeleye adamıştır.

Nuri Pakdil Batılılaşmanın/yabancılaşmanın ülkede yazarlar eliyle yürütüldüğü görüşündedir. Bu yüzden de asıl mücadele sanat/edebiyat alanında yapılmalıdır. "Sanatla başladı yurdumuzda yabancılaşma; gene sanatla kalkacağız ayağa." Çünkü ona göre "yuvarlanan taşı yerine koymak" edebiyatın görevidir. Bunlar halkın inandıklarına inanmaz, halkın gönlünde yüce bir değer olan kutsal değerlere saygılı değildir: "Nasıl bir kişidir Batıcı aydın tipi? Tarihini yadsımış, uygarlığından kopmuş, bağsız, boşlukta sallanan, hiç bir tutumu ile artık ülkesinin insanına benzemeyen biri. Her alanda görüyoruz bu kişileri. Öncelikle de kültür alanında ortaya çıkarlar."

Aslında adı ne olursa olsun yabancılaşmış yazarların tümü birbirine benzer. Aynı ekibin a ya da b takımıdırlar, o kadar. Pakdil, Batılı yazarın da Marksçı yazarın da halkın değerlerine uzak olduğunu belirtir. "Marksçılık, Batıcılığın doğal uzantısı göründü Türkiye'de. O da yabancılaşma 2'dir." Tüm bu yazarlar eliyle de Türk sanat ve edebiyatı dinamitlenmiştir. Pakdil'e göre, yabancılaşmaya karşı direniş yerli değerleri savunan yazarlar tarafından yapılmalıdır. Çünkü yerli yazarların düşüncesinin kökeni, halkın inançlarının kökeniyle özdeştir. Pakdil bu yazarları bir bir sıralar. "Bu dönemin en ilginç olayı, yabancılaşmaya karşı başlayan iki mukavemet akımıdır. Necip Fazıl Kısakürek, çıkardığı Büyük Doğu dergisiyle, yerli düşünceyi yabancılaşmaktan kurtarmak istemiştir." Yahya Kemal'de yabancılaşmaya karşı bir sanatçıdır. Onun şiiri, şiirimizin tarihimizle yüklü ve onurlu bir bölümünü kaplar. Pakdil yabancılaşmaya karşı bir başka yazar olarak da Sezai Karakoç'u gösterir: "Sürekli bir hesaplaşmadır Batı'yla onun eserleri." Çıkardığı Edebiyat dergisini de aynı yere koyar: "1969 da, M. Akif İnan, Rasim Özdenören, Erdem Beyazıt'la birlikte Edebiyat dergisini çıkarmaya karar verdiğimizde, bizi bu girişime zorlayan etken aslında tekti: Ülkü olarak Batıcılığı seçmediğimizi, yalnızca yerli düşünceyi ve bunun tüm değer yargılarına bağlı olduğumuzu söylemek." Kısaca o, eserlerinde "yabancılaşmaya karşı inanç kalelerini" yeniden oluşturmanın gerekliliğini vurgular.

Oyunları Sanat edebiyat ve düşünce yazılarında teorik bazda yabancılaşma sorununa eğilen Pakdil, oyunlarında da yabancılaşmış çağdaş insanın yaşadığı açmazı örnekler. Eserlerde bireyin yaşama imkânlarını gözetmeyen çağdaş ilkelerin, toplumsal dayatmaların, onu nasıl bir girdabın içine ittiği ve giderek de onu ezip yok ettiği ağırlıklı olarak işlenir.

Nuri Pakdil oyunlarında, çağdaş insanın yaşadığı bunalım ve acılarının nedeni ile yeryüzündeki haksızlıkların, sömürünün, işkencenin kaynaklarını araştırır. İnsanlar arasından çekilen sevgi ve hoşgörünün, toplumu nasıl açmazlara sürüklediği vurgulanırken, bütün bu olumsuzlukların kaynağı olarak da insanın ahde vefa göstermeyip Tanrı'dan uzaklaşması olarak çizilir. İnsanın varoluş nedenini unutunca hayatının nasıl anlamsızlaştığı giderek de bir cehenneme dönüştüğü sergilenir. Pakdil'in oyunlarında gerek içsel gerek biçimsel bir bütünlükle, insanlığın serüveni ve XX. yüzyılda ulaştığı konum irdelenir. Âdem ile Havva'dan başlayarak insanlığın yaşadığı inkâr ile inanç arasındaki geçişler dile getirilir. Allah'ın ipinden ayrılan ulusların, kavimlerin, bireylerin nasıl bir kaosa doğru sürüklendikleri örneklenir. Nuh ve Lut kavmi, Medyen ve Semûd ulusunun yaşadıkları gündeme getirilir. Umut'ta XX. yüzyıl sorgulanırken, Korku'da tutuklanır. Put Yapımevleri'nde yargılanır ve nihayet Kalbimin Üstünde Bir Avuç Güneş'te XX. yüzyıl artık hücrededir. Bir Öldürme Töreni'nde yeryüzü uzun bir kahkaha, Bakır Dönemi'nde yeryüzü bir intihar alanıdır. Belge'de ise metafiziği inkâr eden insanlık tam bir kaosu yaşamaktadır.

Umut'da, evrensel bir düzlemde, insanın tarihi varoluş problemleri tartışılır. İnsanın Tanrı'dan, doğadan uzaklaşışı ve duaların anlamını kavrayamayışı sonucu yaşadığı karabasanlar anlatılır. Sadece öfke üretilen çağda, içi boşalmış insanı bir bilinçsizlik kuşatmıştır. İnsanlar doğruya, güzele ve Tanrı'ya öylesine duyarsız¬dırlar ki, üzerlerine taş yağacak günlere gelmişlerdir. Mahşer olgusunu akıllarına hiç getirmemektedirler. Patronlar ile işçiler ara¬sına sömürü girmiştir. Bu çağda herkes kendi cehennemini yarat¬makta böylece cehennemler çoğalmaktadır.

Korku'da, "yeryüzüyle kıyamet arası ürkünç bir geçitteki" insanın, bir yandan varoluş problemlerini araştırırken bir yandan da kendisini sürekli yanıltan Palyaço'nun (şeytan) kuşkularının onu nereye sürüklediği anlatılır. İnsan-Şeytan-Tanrı üçgeninin tarihsel gelişimleri ve sonuçları soyut bir yaklaşımla aktarılır. İnsan yaşadığı bu açmazdan ancak Tanrı'nın ipine sarılarak kurtulacaktır. Yorumcu, insanı bu ipe (kurtuluşa) ulaştırmak için bilinç aşılarken, Palyaço ipten uzaklaştırmak için onu yanıltmaya, sapkınlığa düşürmeye çalışır. Dünyanın bunalımının kaynağı Allah'ın ipine sımsıkı sarılmayı bırakmaları, ondan uzaklaşmaları ve inkârdır. Şeytan (Palyaço) en büyük kışkırtıcıdır. İnsan hayatını Palyaço ile savaşıma odaklamalıdır. Kurtuluşu buradadır.

Put Yapımevleri'nde, şöyle ya da böyle bir ihanetin, bir yıkımın, bir kıyımın içinde yer alan çağdaş insanın, kendi kendisiyle hesaplaşması anlatılır. İmajlara yüklenmiş bir giz içerisinde, in¬sanları ezen bir düzen ve insanların kanları üzerine bina edilmiş put yapımevleri gündeme getirilir. Bu evlerde, bütün güzelliklerin önünü kesen putlar üretilmektedir. Oyun boyunca bir ihanete ortak olan, hizmet eden insanların (işçilerin) hesaplaşmaları, doğruyu arama çabaları işlenir. Put yapımevlerinde alçılarla su yerine kan kullanılmaktadır. Teknede kan toplanır yıllardır. Çünkü putun yaşayabilmesi, kabullenilmesi ve yalanın sürdürülebilmesi için, başkaldıran, düşünen insanların ezilmesine, zulüm yapılmasına ihtiyaç vardır. Elbette kanla beslenmelidir yalanlar. Ama insanlar tartışarak, düşünerek, arayarak bir gerçeğe (Tanrı'ya) ulaşmak istemektedirler.

Kalbimin Üstünde Bir Avuç Güneş'te, yöneticilerin, halkı nasıl sindirip, ezip yok ettikleri soyut bir şekilde anlatılır. Yöneticiler halktan kopmuş, aydınlık aralarından çekilmiştir. Bu arada karanlık sürekli yoğunlaşmaktadır. Yöneticiler ise insanların düşünmelerini önle¬meye çalışmaktadırlar. Çünkü düşünmüyorlarsa direnmeleri de bir yerde duracaktır. Bu nedenle sürekli insanları hapishanelerine doldurmaktadırlar. Böylece topladıklarına baktıkça korkuları azalmaktadır. Ama bütün bunlara rağmen insanlardaki kıvılcım söndürülemeyecektir.

Bir Öldürme Töreni oyununda, sömürü çarkındaki insan ve onun başkaldırışı anlatılır. Mevcut anamalcı düzen insanları sömürmeye, soymaya odaklanmıştır. Anamalcı her gün faiz dağını saymaktadır. Mal görünce varlıklı insanın her şeyi uyuşur çünkü o her şey benim olsun ister. Sömürü düzeninde anamalcılar ile kentsoylular el eledir. Köylüler ise ezilmekte, öldürülmektedir. Bu hâliyle yeryüzü uzun bir kahkahadır. Ama bir gün her şey değişecektir: "Bir köylü toprak gibi ağırdır, gösterişsizdir, ama bir gün, bu ülkeyi de başka ülkeleri de ayağa kaldıracaktır: soracaktır bir bir: alnından boşalan terlerden yeryüzüne bir yağmur indirecektir: bu yağmurdan yeni elektrikler üretilecektir: Bir KİTABIN gösterdiği yöne insanlar koşmaya başlayacaklardır: yalancı kitaplar okunmaz olacaktır." Bu öğreti bütün kötülükleri eriterek bir İNSAN çıkaracaktır ortaya.

Bakır Dönemi, yabancılaşan, kendi tabutlarını taşıyan, taşa tapınan, topraktan kopan, hızla kitaptan uzaklaşan, sömürüde ustalaşan, emeğin karşısına geçen, insana karşı dönem/düzen gündeme getirilerek bu fıtrattan kopuşun muhtemel sonuçları oyunlaştırılır. Toplumda intihar, yani başkasını öldürmeler (çünkü başkasını öldürmek biraz da kendini öldürmektir) yaygınlaşmıştır. İşçi/köylü ezilmekte, bir çıkış yolu da bulamamaktadır. İnsanlar toprağın cömertliğini unutmuşlardır. Yağmurun yağıp yağmaması kimseyi ilgilendirmemektedir. Ancak bu insanoğlunu uyandıracak bir müjde gerekmektedir. Çıkış yolu ise hepsinin görmezlikten geldiği Tanrı'dır. Şu cümleler oyunu özetler: "Varıp taşa tapınırlar. Topraktan durmadan koparlar. Hızla kitaptan uzaklaşırlar. Yalnız sömürüde ustalaşırlar. Emeğin karşısındadırlar. İnsanın karşısındadırlar."

Belge'de ise bir karmaşa, kaosa dönüşen devlet yönetimleri ile bunların proje uygulayıcısı durumundaki bürokratik zincire bağlı memurlar gündeme getirilir. Soyut ve somut dosyalar olarak işleyen düzenek karşılaştırılır. Soyut dosyalar metafizik dünyayı ve değerleri, somut dosyalar ise maddi kalkınma projelerini temsil eder. Hep somut dosyalara bağlı insanlık er ya da geç yanlış yaptığını anlayıp soyut dosyaları raftan indirecektir.

Pakdil'in oyunları dört temel olgu üzerine oturur: İnsan-Şeytan-Yol Gösterici-Tanrı. Yeryüzündeki olumsuzlukların kaynağı da çözümü de bu dört olguda yatmaktadır. İnsanlar bu temel gerçeği kavrayamadıklarından, ezilmekte, sömürülmekte, bir karabasanı yaşamaktadırlar. Asıl problemleri işte bu bilinçsizlik durumlarıdır.

Çağdaş insan ölümü öldürebileceğini sanmaktadır. İnsanlık doğaya ters düşmüş bu yüzden çarpılmıştır. Yeryüzünde kötü bir ruh dolaşmaktadır. İnsanın içi donmuştur. İnsan, göklerin, yerin, dağların yüklenmekten çekindikleri sorumluluğu yüklenmiştir. Ancak bunun altında ezilmektedir. İnsanların odalarının duvarlarına inkâr yapıştırılmıştır. İnsanın konumunu kötü ruh bozmaktadır. Bu durumda, cehennemi herkes kendi yapmaktadır. Cehennemler çoğalmaktadır. Sürekli eşya yığan insanlar mahşer olgusunu hiç akıllarına getirmemektedir. Başlarını göğe çevirmezler. Yeryüzü bir anlamsızlığa doğru ilerlemektedir. Oysa bir yaratılma nedeni vardır yeryüzünün. Böylece insanın da bir yörüngesi olacaktır. İnsan her şeyi unutmaktadır. Şimdi Semûd ulusunu hiç hatırlamamaktadır. Oysa geceyi de gündüzü de ölçen biri vardır. Oyunlarda Nuh ve Lut isimleri anılarak bir simge düşürülür. Her şeyin kayıt altına alındığını çoktan unutmuşlardır.

Nuri Pakdil'in oyunlarında bazı kelimler vardır ki, bunlar anahtar sözcüklerdir. O, söyleyeceği pek çok şeyi sadece bu kelimelerle izah eder. Oyunlar âdeta bu kelimelerin açılımı gibidir. Bu kelimelerin belli başlıları şunlardır: Tanrı, insan, kent, yeryüzü, zaman, emek, devinim, işçi, başkaldırı, şiir, mahşer, doğa. Bu kelimelere bütün oyunlarda aynı anlamlar yüklenir. Bunları şöyle sıralayabiliriz. Tanrı: bütünün sorunların çözümü; İnsan: açmaz¬da; emek: kutsal; işçi: sömürülen; şiir: kuraklığın tek ilacı; doğa: insanın uyum sağlaması gereken; mahşer: yaşanacak olan; kent: kirli, bunaltan; yeryüzü: işgal altında.

Nuri Pakdil'in oyunlarında özel ad yoktur. Zaman, mekân, kent ismi, kahraman ismi, ülke ismi yoktur. Mekân da müphemdir, görecedir. Alışılageldik anlamında değildir. Değiş-kendir. Zaman zaman da tanımsız, soyut bir şeydir. Ama mekân hep bir geçittir. İnsanın yaşadığı çağ, sonunda her şeyin hesabının sorulacağı mahşere kavuşacaktır. Oyunlarda ışık imkânlarıyla mekânın görece ve değişken olduğu algılatılır. Özel adların olmayışı, zaman, mekân belirsizliği, Pakdil'in bölgesel olmaktan öte evrenselliği yakalama gayreti içinde olduğunu ortaya koyar. Bu tutumla Pakdil, hem güncelin tuzağına düşmez hem de yarınlara kalıcılığın önemli bir gereğini yerine getirir. Çünkü Tanrı'dan uzaklaşma, bölgesel değil evrenseldir, zamana bağlı değil zamanlar üstü, zamanlar ötesidir. İnkâr ve sömürü, zamana, mekâna, ülkeye bağlı değil, bütün bunların ötesindedir.

Oyunlar, daha çok görsel işitsel bir ortama göre yazıldıklarından, asıl özellik ve güzelliklerini oynandıklarında, sahnelendiklerinde ortaya koyarlar. Yazar oyununu bu ortama, imkâna göre oluşturur. Bu nedenle göz ve kulak düşünülerek oluşturulmuş metinler, materyaller (oyun metni, senaryolar) okunduğunda bu metinlerin sahnelendiklerinde, filme alındıklarında ortaya koyacakları etkiyi yeterince üzerimizde gerçekleştiremezler. Burada, metinlerin etkisi, okuyucudaki düş gücü, dikkat ve paylaşım ile ancak belli bir düzeye ulaşabilir. Elbette sahnelenmemiş oyunların etkisi ve başarısı ile okuyucunun gayreti, dikkati arasında ciddi bir paralellik vardır. Bu nedenle, Pakdil'in oyunlarını değerlendirirken, seyirci değil, okuyucu konumunda bulunduğumuzdan, pek çok güzelliği gözümüzden kaçırma riskini taşıdığımızı aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Örneğin Pakdil oyunlarında, ışık, müzik, renk, ses gibi tiyatronun imkânlarından alabildiğine yararlanır ve biz bu bileşimden ortaya çıkacak güzelliği okuyarak değil, ancak seyrederek, duyarak yakalayabiliriz.

Oyunların bütününe yansıyan soyut yaklaşımlar, zaman zaman iyice derinle¬re gizlenmiş sır çağrışımlara dönüşür: Örneğin Umut'taki şu bölümden: "Sa¬lon karartılırken, çok hafif başlayan, giderek yükselen, kesilir gibi olurken yeniden çılgınca yükselen, tekrar hafifle¬yen bir müzik dinlenir, beş dakika." Nuri Pakdil buralarda neyi amaçladığını Biat II adlı de¬neme kitabında şöyle açıklar: "... Müzik çağın inkâr grafiğini algılatmayı amaçlar. Buna çok ayrıntılı, uzak bir yorumlama mı dersiniz, bilemem. İçtenlikle söylüyorum, yalnızca çağın bir grafiğini vurgulamak amacıyla yazmıştım bunu."

Pakdil'in oyunlarının uyumsuz tiyatro ile şöyle ya da böyle bir yakınlığı olsa da özellikle içerik olarak (umudun hep varlığı, çözümsüzlüğü reddedişi) ondan uzaklaşır. Pakdil'in oyunları, zaman zaman görselliği ön plana çıkaran, zaman zaman oynanmaktan çok okunmaya yatkın, geleneksel tiyatro ile bağlantıları az, özel ama alabildiğine yoğun çağrışımlarla zenginleştirilmiş ürünlerdir.

Poetikası Nuri Pakdil, Büyük Doğu, Diriliş çizgisinde bir düşünce ve sanat algısıyla hareket etmiş, bunu da yeni bir gramer, tutum ve dil ile gerçekleştirmiştir. Nuri Pakdil, yayınlanmış kırkı aşkın kitabında, zulümsüz, sömürüsüz, putsuz, kimlikli, erdemli, erekli, ışıklı, aşkınlıkla dopdolu bir yeryüzü oluşturma çabası içinde olduğunu belirtir. Alın teri, sömürü, emek, önder, sorumluluk, özgürlük, uygarlık, kirli mülkiyet, başkaldırı, kara siyasa kelime ve kavramları etrafında sanatını ve kişiliğini oluşturur. Nuri Pakdil dendiğinde bu kelime ve kavramlar hatırlanır. Edebiyat dergisi de, emek sömürücülerine, kara-siyasaya karşı bir duruşu temsil eder. "Emek" ve "alın teri" onun asli kavramlarındandır.

Pakdil, edebiyatı da sadece güzel söz üretme eylemi olarak görmez. Ona göre edebiyat, bir duruş, bir tutum alış, karşı koyuş, muhalefet aracıdır. Sanat edebiyatın işlevi, tüm sömürülere karşı durmaktır. Bu anlamda yerli edebiyatın, yerli kültürün, önce uygarlığımıza dönüşümünü sağlamakla yükümlüdür. Var olma koşulu ise özgün bir edebiyat, özgün bir sanattır. Nuri Pakdil Edebiyat dergisini çıkarmalarının nedenini şöyle açıklar: "Edebiyat'ın çizgisi köktenci bir çizgiydi. Muhalifti Edebiyat dergisi. Edebiyat'ta yazan arkadaşlar, uygarlığımızı canlandırma gereğinin bilinci içinde yazıyorlardı. Bu çalışmalar, geriye dönüş değil; aksine çağı, geleceği uygarlık yaklaşımıyla saptama, yorumlama ve ulusumuzun konumunu belirleme eylemiydi. Biz, sanatın edebiyatın işlevinin 'tüm sömürülere karşı durmak' olduğunu söylüyorduk. 'Yazı, ezen sınıfını ezmek için yazılır' diyorduk. İnandıklarımızı yazıyorduk, yazdıklarımıza inanıyorduk. 'Duadan sonra Arş'a en yakın duran, boyuneğemeyen edebiyattır, İblis'e' diyorduk." Pakdil sanat edebiyatın hayata müdahalesinden yanadır: "Sanat; şiir, oyun, deneme, öykü, roman, bütün türler; insanın entelektüel gerilimi, mutlaka, yeryüzünün şimdiki veçhesini değiştirmeye yönelik olmalıdır; içerik çok ağırlıklı, çok dayanıklı, çok devrimci öğelerle donatılmalıdır elbette. 'Hayır!' demektir şimdi sanat, edebiyat." Nuri Pakdil'e göre bir yazar, ya da şair çalışmalarında toplumsal sorunların hepsine yoğun biçimde eğilmelidir; tüm toplumsal olaylara ve insan ilişkilerine yoğun ilgi göstermelidir. Çağının tanığı olan sanatçı, önce savaşları körükleyen kara-siyasa haydutlarına karşı koymalı, kara siyasayı besleyen, insanı sömüren kirli mülkiyet ile hesaplaşmalıdır. Şiir, oyun, deneme, öykü, roman, bütün türler, mutlaka yeryüzünün şimdiki veçhesini değiştirmeye yönelik olmalıdır; içerik çok ağırlıklı, çok dayanıklı, çok devrimci öğelerle donatılmalıdır. İnsanlığın geleceğinin sanat edebiyatın alacağı sorumluluğa bağlı olduğunu düşünen Pakdil, çağımızda insanlığa yol gösterecek olanının politikacılar değil sanatçılar olması gerektiğini belirtir: "Sanat, yitik insaniliği bulmak için, sürekli kazılar yapmalıdır buzların altında. Ben, karşılaştığım çok insan yüzünde, kendi sürgün hâlimi görüyorum. Karşımdaki de, bende, kendi sürgün hâlini ya görmüyorsa? Sanat, bu sürgünlerden, sonsuz bir iştahla, yeni insanlar varedip, ışıklı bir yeryüzü çıkarabilmelidir ortaya. Politikacıların değil, sanatçıların mimarlığı gerekli artık."

Nuri Pakdil'in sürekli vurguladığı temel sanat ve edebiyat anlayışı güçlü bir estetik bilince yaslanır. Tek başına içeriğin anlamlı olmadığını belirten Pakdil "bir ân bile uzaklaşmadan estetikten" derken kastettiği elbette biçimdir. Nuri Pakdil sanat, edebiyat yaklaşımında sıklıkla "Yaptığınız işi güzel yapın; Allah işini güzel yapanları sever" ayetini anar. Çıkardığı dergide, yönettiği yayınevinde, kitaplarında bu estetik algının yüksekliğini görmek mümkündür. Yazıyı sonuna kadar gerer, biçimsel arayışlara girer, denemelerinde, günlüklerinde bile biçimsel yenilikler peşindedir. Kitaplarında türler arasında gezinir, arayışlara girer. Deneme, şiir, oyun, günlük iç içe geçer. Eserlerinde kullandığı, oklar, matematiksel işaretler, şemalar, bir harfi çekice benzetmeler, tekrarlar, hecelemeler, simetrik çizimler, figürleri ise yazma özelliği olarak tanımlar, bunlarla, okuyucunun dikkatini çekmeyi, okuyucunun yazdıkları üzerinde düşünmesini sağlamayı amaçladığını belirtir.

Pakdil, okuduğu, etkilendiği, çizgisinden gittiği yazarları sıklıkla anar. Batı'dan özellikle, Shakespeare, Moliere, Gogol, Dostoyevski, Tolstoy, Puşkin, Balzac, Sartre, Kafka, Ionesco, Exupery sevdiği yazarlardır. Nuri Pakdil'in Dostoyevski için söyledikleri dikkate değerdir. Biat II'de şöyle der: "Kaç kez okudunuz Dostoyevski'yi? Orta bir dünya vatandaşı olabilmek için iki kez, orta bir yazar olabilmek için de beş kez okumalısınız Dostoyevski'yi." Mevlânâ, Yunus Emre, Fuzûlî, Şeyh Galip onun sevdiği yerli yazarlardır. Fuzûlî ile Yunus'un odasında başköşede yerleri olduğunu söyler. Mevlâna'ya ise "Büyük Mevlâna" dedikten sonra ekler: "Mevlâna odası olmalı evimizde: somut da olabilir, soyut da." Pakdil özellikle klasiklere dikkat çeker: "Türkçeye çevrilmiş Batı ve Doğu klasiklerini okumalıyız. Klasik eserler çağların aşınmalarından etkilenmeksizin günümüze değin gelen, hâlâ beğenilen, çağının düşünce yönsemelerini de bir bakıma yansıtan yapıtlardır da onun için gereklidir okunması klasiklerin."

Dil tartışmaları onun edebiyat anlayışının merkezinde yer alır. Dili çok önemseyen, yazılarında titiz bir dil işçiliği sergileyen ve dil bilinci yüksek bir yazar olan Nuri Pakdil'in kullanılan sözcük ile ideolojik kampının tayin edildiği bir dönemde, TDK öncülüğünde yürütülen dilde sadeleşme, öz Türkçe hareketinin paralelinde bir konum alması herkesi şaşırtır. Kendi düşünce ortamının reddettiği bu hareketin dil anlayışı doğrultusunda hareket etmesi tartışmalara neden olur. Öyle ki hep karşısında olduğu Batıcı kesimlerce bile tam algılanamaz. Özellikle bulunduğu atmosferde öz Türkçe, yeni kelimeler kullanılması eleştirilen Nuri Pakdil, dil devriminin halkımızı diline yabancılaştırmaya çalıştığını, böylece halkımızın kendi kültür mirasından kopacağını, kendi değerlerini anlatan kitapları okuyamaz hâle geleceğini gördüklerini belirttikten sonra; "Biz yerli düşünceyi, dinimizin kendi edebî ilkelerini yeni Türkçeyle inşamıza sunarak; İslâmın öğretisel, tarihsel, evrensel, özgürlükçü, ilerici özünü, yeni kavramlarla, yeni kelimelerle ifade ederek bu oyunu bozduk" diyecektir. Pakdil bu dil tutumuyla yeni kuşaklara, yeni dille ulaşmayı hedeflerken hiçbir kavramın bir kesimin tekelinde olmadığını ispatlayarak kendi düşünce dünyasına yeni bir açılım getirme amacını taşımaktadır. İslami kavram ve kelimeleri de yeni dil üzerinden, yepyeni bir gramerle ifade eder. Çoğu kelimesi yadırgansa da ısrarla bu ilkesini koruyarak kelimelere ruh verenin biraz da yazar olduğunu ispat eder.

Tüm eserlerinde yazıyı yücelten Pakdil bir kitabının isminde bu anlayışını belgeler: Yazmak Bir Mucize. İnsanlığın yükünü çoklukla yazarlar taşıyabilmiştir diyen Pakdil, yazarın insana içindeki bilgeliği hissettirdiğini belirtir. Ona göre yazmak doruk noktasına ulaşmış aşktır. Her cümlenin vebali ağırdır çünkü kapsam alanına tüm insanlık girmektedir. Sözcükler çok önemlidir: "İnsan kendi cehennemini sözcükle kurar, sözcükle yıkar." Yazmak insanın, insanlığa girişinin müjdesidir. Yazmak bir eylemdir. Bu yüzden yazmak varoluş nedenidir. Hayat da çağ da ancak bu eylemle, yazarak algınabilir. "Kelimelerin rahminde büyür her devrim" diyecek kadar yazıya güvenir. Bu bilinçle yaşadığı her şeyi günlük formatında şifreleyip yazıyla belgeledi ve kaleme yüklediği bu ağır yükün gerektirdiği titizlik ve derinlikle kırkı aşkın esere imza attı.

Nuri Pakdil, dergiciliği, denemeciliği ve oyun yazarlığı ile Türk sanat ve kültür dünyasına yeni bir dil, yeni bir bakış açısı kazandırmıştır. Öncü sanat algısıyla bir kuşağın yol göstericisi, deniz feneri olmuş, dünyayı, edebiyatı, çağı yorumlamış, özellikle yaşanılan kaotik ortama edebiyat ve inanç bilincinden nasıl bakılacağının düşünsel, sanatsal örneklerini vermiştir. Ortaya koyduğu yaklaşımla, insanın gözünü sadece şehrine, ülkesine değil, Avrupa'ya, Asya'ya, Afrika'ya, Orta Doğu'ya çevirmesi gerektiğini hatırlatmıştır. Aynı çizgideki Necip Fazıl'ın sert sesi Sezai Karakoç'ta manevi ve sanatsal bir derinliğe, Nuri Pakdil'de ise eylem ve muhalif düşünceyle evrensel bir başkaldırıya dönüşmüştür.

Nuri Pakdil, Konuşmalar, Edebiyat Dergisi Yayınları, 2. Basım 2015, s. 57.

Nuri Pakdil, Biat II, Edebiyat Dergisi Yayınları, 1. Basım 1977, s. 221.

Nuri Pakdil, Batı Notları, Edebiyat Dergisi Yayınları, 2. Basım 1980, s. 10.

Nuri Pakdil, Biat II, Edebiyat Dergisi Yayınları, 1. Basım 1977, s. 34.

Nuri Pakdil, Tüm Karanlığa Yiğit Direniş, Konuşmalar 2, Edebiyat Dergisi Yayınları, 1. Basım 2016, s. 47.

Nuri Pakdil, Mektuplar II, Edebiyat Dergisi Yayınları, 1. Baskı 2014, s.123.

Nuri Pakdil, Bir Yazarın Notları II, Edebiyat Dergisi Yayınları, 1. Baskı 1980, s.47.







Yayın Tarihi : 18.10.2019

 
         
Yorum yazmak isterseniz...
İsim
@-posta Adresiniz
@-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.
Yorumunuz
Güvenlik kodu
 
  Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır
 
Okunma Sayısı: 2548