Necip Tosun ::: KÂMURAN ŞİPAL: EV İÇLERİNDE YALNIZ VE TEDİRGİN         
Necip Tosun
İnceleme/Eleştiri 
 
 KÂMURAN ŞİPAL: EV İÇLERİNDE YALNIZ VE TEDİRGİN


Daha çok Franz Kafka, Hermann Hess, Alfred Adler, Wolfgang Borchert çevirileriyle tanınan Kâmuran Şipal (1926), Beyhan, Elbiseciler Çarşısı, Büyük Yolculuk, Buhûrumeryem, Köpek İstasyonu adlı beş öykü kitabına imza atmasına karşın öykücülüğü hep geri planda kalmış, edebiyat dünyasında yeterli ilgiyi görememiştir. Şipal, yazarlık serüveni boyunca, konuşulan ve gündemde olan bir yazar olmamış, edebiyat ortamlarında boy göstermemiş, söyleşilere katılmamış, tartışmaların içinde yer almamıştır. Sanatını, yaptıklarını parlatacak farklı eylemlerde bulunmamış, kitabını yazmış geri çekilmiştir. Aslında bu da edebiyat ortamının dünden razı olduğu bir şeydir; görmezden gelme, unutma ve yok sayma. Bu nedenle Kâmuran Şipal, öykücülüğümüzde, unutulmuşluğun, gölgede kalmışlığın, kadri bilinmezliğin simgesi gibidir. Yazdıkları birkaç kitapla tüm edebiyat ortamını kaplayan niteliği tartışmalı yazarlar düşünüldüğünde, Şipal'e gösterilen bu vefasızlık ibret vericidir. Oysa Kâmuran Şipal, öykücülüğümüzün soy bir damarını temsil eder. Derinden, sessiz, gösterişsiz akan ama kaynağı çok sağlam, mümbit bir nehir gibidir. Beş öykü kitabıyla bunalım, aile, din, cinsellik, büyük yolculuklar tema ve metaforları etrafında oldukça yetkin ve nitelikli bir öykü evreni kurmuştur. Anlattıkları, salt duygu izlenimleri olarak değil, özümsenip içselleştirilmiş bir deneyimin yansıması olarak dışlaşır. Ruhsal çözümlemelerindeki kuşatıcı gerçekliği dikkat çekicidir. Betimlemeleri işlevseldir ve anlatının ayrıştırılamaz bir parçasıdır. Öyküleri, betimlemelerin yol açıcılığında ilerler. Şipal ayrıca, öyküde ayrıntının öneminin parlak örneklerini vermiştir. Onun öykülerine giren her küçük ayrıntı; temayı, öykünün atmosferini daha da inanılır kılar. Özellikle kadın-erkek ilişkileriyle cinselliği felsefi, tarihsel ve dinsel boyutlarda işlediği Buhûrumeryem hâlâ aşılamamış, öykücülüğümüzün başyapıtlarından biridir.

Şipal, sahicilik ve samimiyeti öyküsünün merkezine yerleştirir. Bu beş kitaplık öykü birikimine bakıldığında Beyhan, Elbiseciler Çarşısı ve Köpek İstasyonu'nda sade, yalın bir anlatımı Büyük Yolculuk ve Buhûrumeryem'de ise soyut/simgesel bir anlatımı yeğlediği görülür. İlk dönem öykülerinde olağanüstü şeyler olmaz. Küçük bir ânın tespitidir yaptığı. Ne var ki seçtiği durumlar ve ânlar, anlamlı ve tam öykülüktür. Öyküleri sıcak, içten, inandırıcıdır. Kısa kısa cümlelerle ve dilin/anlatımın en yalın hâliyle yazar. Olağanüstü olaylara başvurmadan, sıradan durumların insanlardaki izlerine eğilir. Bu minimalist bakış, okurda odaklaşma sorununu ortadan kaldırarak paylaşımı en üst seviyeye çıkarır. Şipal, özellikle bu ilk dönem öykülerinde gösterişten, süsten uzak, sade, yalın, dümdüz bir anlatımı tercih etmiştir. Anlattığı olaylara, nesnelere son derece tarafsız, soğuk bakar. Her şey izlenimlere yaslanmıştır, olayların insanda bıraktığı etkilere... En sarsıcı dramatik insani durumlarda bile yalın, sakin, serinkanlı anlatımını korumuştur. Büyük Yolculuk ve Buhûrumeryem'de ise soyut/simgesel öykücülüğe, bilinç akışına yönelir. Olaydan hiç bahsetmeden, olayın anlatıcıda yarattığı izlenimleri, etkileri, çağrışımları öyküleştirir. Öyküler, küçücük olaylar etrafında başlar; bilinçaltı, zihinsel göndermeler, çağrışımlarla halka halka genişler, derinleşir. Bütün bir öykü, ya bir kapı çalma ânı, ya bir mektup yazmak için masa başına oturma ya da aynada kravat bağlama ânında geçer. Bütün bu ânlarda anlatıcının zihninde, bilinçaltında ilerler, bütün bir hayata, acılara, yalnızlıklara şahit oluruz. Bazen de öykü, bir tren yolculuğunda görülen bir düşten ibarettir. Buralarda anlam daha çok, küçük ayrıntılara gömülürken, yüzeyde, anlatılan olayda fazlaca bir hareketlilik olmaz. Kâmuran Şipal, çevreyle tüm bağlarını koparmış, iletişimsiz, yenik, yalnız tiplere eğilir. Tüm hayatı küçücük bir eve hapsolmuş, hayat deneyiminde yenilmiş öykü kişileri, yenilgilerinin izleri ve yaralarıyla "oda"da dolanıp dururlar. Çoğunlukla çevirmen/öykücü olan bu kahramanlar, bazen evlilik mağdurudur, bazen de bir çocukluk hatırası peşindedir. Kalabalıkların yürüyüşüne bir türlü ayak uyduramayan, tutunamayan tiplerdir. Çevrelerine kırgın, kızgın ve küskündürler. Kimi kez tüm bunların nedenini öykü kişilerinin kendileri bile bilmez. O vakit kahramanımız eline bir bavul alıp evi terk eder. Nereye gittiği, niçin gittiği belli değildir. Uzun yolculukların yüreğindeki sıkıntıyı gidereceğini düşünür ama bunun da nafile bir girişim olduğunu hayal kırıklığı içinde fark eder. Çünkü yaşam onun için bir yüktür ve ölünceye kadar bu yükü taşımaya mahkûmdur.

Bir kıstırılmışlığı, bir çıkışsızlığı yaşayan kahramanlar; güçsüz, çaresiz ve yeniktir. Hayatta öyle büyük tutkuları, arayışları yoktur. Küçücük şeylerle mutlu olabilen içe dönük, tutkusuz insanlardır. Aslında eşleriyle aralarını düzeltebilseler, etraflarında olup biteni anlamlandırabilseler bu onlara yetecektir. Ama başaramazlar. Hayatın küçücük karmaşasını aşamaz, orada boğulup kalırlar. Bu yüzden öykü kişilerinin yüzü içe dönüktür, dünyaları kendileri ve ev içleriyle sınırlıdır. Küçücük dünyalarını bile yoluna koyamazlar. Acelesiz, sıradan, telaşsız yaşamları küçücük kazalara boyun eğer.

Kâmuran Şipal'in öykü anlayışını, dönemsel bir akım, kuşak veya öncüyle ilişkilendirmek zordur. İlk öykülerinde kısmen 1950 kuşağının kısmen de Sait Faik'in etkisi görülse de genel olarak kişisel bir öykü serüveni izlediği söylenebilir. Bir Kafka çevirmeni olarak ondan beklenen, Kafkaesk bir yapının onun öyküsünün merkezinde olmasıdır. Ama bu etki de oldukça sınırlıdır ve beklenenin tam tersine o, yerli ve kişisel/özgün bir öykü evreni yaratmıştır. Kuşkusuz toplumla sağlıklı ilişkiler kuramayan, toplumsal ritüellere yabancı, tedirgin ve yalnız tipleri Kafka'nın öykü kişilerini çağrıştırır. Ne var ki bu tümüyle yüzeysel bir benzerliktir; öykü kişileri yerlidir ve bize ait bir dünyayı temsil ederler.

Kâmuran Şipal ilk öykü kitabı Beyhan'da (1962), büyük olaylara, entrikalara değil, küçük insana, küçük olaylara eğilir. Öyküler, "insanı sevip sevmeme" sorunsalı etrafında gelişir. Küçük tereddütler, saplantılar ve kuşkular öykülerin temel çıkış noktaları olur. Kitaptaki, özellikle "Filizî Yeşil" ve "Cam Fanus" iyi kurgularıyla parlak bir öykücünün ilk habercileridir. Bu öykülerdeki kahraman (Almanca bilen, okuyan/yazan/çevirmen) bundan sonraki pek çok öykünün de temel kahramanı olacaktır. Bir anlamda, Beyhan'daki tipler, temalar, çoğalarak, zenginleşerek onun öykü dünyasını belirlemiştir. Elbiseciler Çarşısı (1964), öykü sanatı adına büyük bir sıçrama değildir belki ama "anlatma" düzleminde Şipal'in belli bir düzeyi yakaladığı önemli bir kitabı olur. Kekeme olmayan, akıcı, hatasız bir dil kullanan Şipal, kurmacayla ilgili sorunlarını halletmiş bir öykücü portresi çizer. Tüm öykü serüveni boyunca sık sık işlediği tema olan, karısıyla ayrılmak istemediği hâlde boşanmanın eşiğine gelen kahramanın dünyasına eğilir. Bu tarz öykülerde, çoğunlukla zamanı daktilosunun başında geçen bir çevirmen/yazarın çevreyle, toplumla, eşiyle uyumsuz hayatı işlenir. Büyük Yolculuk (1969) Şipal'in Buhûrumeryem öncesi ilk önemli çıkışı olur. Öykülerin bazılarında açık, duru, yalın bir anlatımı bazen de örtük, soyut bir anlatımı yeğler. Özellikle simgelerden, metaforlardan beslenen kitabın ilk öyküsü "Büyük Yolculuk"ta çok başarılı bir Kafkaesk evren kurar. Derinlikli, kusursuz, iyi örülmüş bir öykü olan "Büyük Yolculuk"ta zaman zaman büyülü gerçekçilik atmosferi de yaratılır. Buhûrumeryem'de (1971) felsefi, tarihsel, dinsel boyutlarıyla kadın-erkek ilişkileri ve cinsellik ana temalar olur. "Hüsnü Yusuf" öyküsünde Yusuf kıssasından yola çıkılarak güzellik-çirkinlik gündeme getirilir. "Saflarınızı Sıklaştırın" yalnızlık, evlilik, cinsellik üzerine bir öyküdür. Dinî inançları kuvvetli kişilerin cinselliğe bakışları işlenir. Bir yanda inançları ve kurallar, bir yanda cinsellik kokan düşleri... Bir çelişkiyi yaşayan dindar insanların bu durumu oldukça nesnel bir bakış açısıyla verilir. Özellikle popüler/küresel edebiyatın sonradan keşfettiği din ve cinsellik konularını Şipal'in 1970'lerin ortamında keşfetmesi hem de bunları kullanmadan/sömürmeden birini diğerine sömürtmeden incelikli ve derinlikli işlemesi şaşırtıcıdır. Şipal, cinselliğin en uç noktalarıyla kutsal göndermeleri iç içe anlatırken, niyetinin bizzat insanlık durumu ve estetik olduğunu gözler önüne seren dengeli bir dil kullanır.

Köpek İstasyonu (1988) coşkulu, atak, arayış içerisindeki bir öykü anlayışından çok, dingin, oturmuş, tekdüze bir öykü yaklaşımını yansıtır. Çerçevesi tümüyle belirginleşmiş, risk almayan, tutarlı bir öykücünün izdüşümleridir. Çok sevdiği temaları bir kez daha, sanki bir final havası içerisinde derinleştirerek anlatır. Kitap "aile" temalı öykülerden oluşur. Mutlu aile yuvası, evlilik kurumu sürekli övülür, yüceltilir. Erkek için en büyük kâbus bu yuvayı kaybetme korkusudur.

Yalnızlık, tedirginlik, mutsuzluk, cinsellik, aile onun öykülerinin ana temalarıdır. O neredeyse tüm öykülerinde modern insanın bunalımını, açmazlarını ve çıkışsızlığını örnekler. Mevcut yapılanma karşısında bireyin çıkışsızlığı, yalnızlığı ve kaçınılmaz yenilgisi onun ilgi alanı olur. Tam bir yaşama acemisi olan öykü kişilerinin hayatı anlamlandırma çabaları, yalnızlık ve acı etrafında döner. Ama kahraman bütün bunları sanki dışarıdan "seyreder". Bunların sadece olup bitmesi gerekiyordur, o kadar. O ise hep pasif konumdadır, sadece olup bitenlerin arkasından gitmektedir. Onun dünyası, Almanya'dan getirdiği kitaplardır, kitapların dışındaki dünyaya yabancıdır. Apaçık seyircidir. Sanki her şey olması gerektiği için olmaktadır. O ise kendi düğününü bile dışarıdan izlemekte, olup biteni anlamaya çalışmaktadır. Oyuncu değil, seyircidir. Hayatı sanki yaşamaz, hayat yanından geçip gider. Bindiği trenin nereye gittiğini bilmemektedir. Zaten trenin nereye gittiği de çok önemli değildir ("Büyük Yolculuk"). Babasına mektup yazmak için masaya oturur. Ama bir babası var mıdır? Zor anımsar, "yollarda, karşılaştıkları olmuştur" ("Ve Karşıdaydı"). O, annesine kapıyı açmayacak kadar kendi yalnızlığına gömülmüştür ("Büyük Oğul").

Onun öykülerinde yalnızlığın görünümü ev içlerinde gerçekleşir. Kahraman, hayatı buradan, ev içinden izler. Seslere, kıpırtılara, gürültülere kulak kesilir. Bazen sinemalara, kahvelere gidip tekrar eve, evin kuşatıcılığına ve güvenliğine sığınır. Yalnızlığına gömülmüş kahraman için ev, hem bir sığınak hem de hücredir. Bir yandan insanların kötülüğünden onu korumakta, bir yandan da hayata girememenin bir nedeni olmaktadır. Üst kattan, alt kattan sesler gelmektedir. Anlatıcı buradan bu sesleri yorumlar. Bazen pencereden sesler gelir ya da komşu evlerin lambalarının ışığı odaya düşer. Gece boyunca sağa sola dönmeler olur, yalnızlıklar büyür. Kulağı hep seslerdedir. Aşağı kattaki ev sahibesinin kapıyı açtığını duyar, postacı bekler, bir mektup gelir mi acaba? Duvarlara boydan boya resimler asar; mavi atlar, siyah arılar, sarı yunus balıklarının sırtında gezintiye çıkan mor saçlı kızlar. Sonra uzun yolculuk düşleri kurar ve komşularının artık onu evde görmeyince ne düşüneceklerini yorumlar. Konuştuğu tek kız, çamaşır asmaya çıkan yan komşunun kızıdır. Onunla da balkonda konuşur. Kitaplar içinde yalnız yaşayan adam, mutluluk içinde yaşayan komşu aileleri gözler/dinler. Bir Ramazan ayını bile odasında, sadece seslerle yaşar. Aileler huzur içinde oruç açmaya hazırlanmaktadır. Kahramanımız ise odasından bu oruç açma ritüelini izlemekte/dinlemektedir. Tabak, çatal, kaşık seslerini işitir, börekler kızartılmaktadır. Yaşayamadığı, sadece dinleyebildiği bu mutlulukların üzüntüsüyle radyodan duyduğu duayla birlikte gözyaşlarına boğulur ("Gülümsedi Az").

Hep odasında, hayatın dışında seslere, anılara, çağrışımlara yaslanarak yaşayıp gider. Radyoyu açıp düşlere dalar. Oda onun her şeyidir. Daktilonun başında çeviriler ve kitaplarla geçen bir ömür... Bazen otururken anlamlandıramadığı sesler duyar. Odada dolaşmaya başlar ama sesler nereye giderse oraya gelmektedir. Bu sesin nereden geldiğini bulmaya çalışır. Bazen de saatlerce uyanık yatar yatakta. Zaten karısı onu terk etmiştir. Odasına girmek isteyen misafirini engellemek ister ama yapamaz ("Kurban"). Bir kravat bağlama ânında, bir aynaya bakışta, yataktaki oturuşta bütün bir hayat yorumlanır, gözden geçirilir. İlk kez görüyormuş gibi evdeki küçük ayrıntılara dalar gider. Bu küçücük anda ev, bütün bir hayatı gözleri önüne sermiştir ("Kamalar"). Hayatı sadece buradan, bu odadan yaşar.

Kâmuran Şipal, biçimsel arayışlara girmez ama içerik ve biçim arasında uyumu ustalıkla gerçekleştirir. Sıkıcı, sıradan, tekdüze bir hayatı farklı; karmaşa, kaos ve çarpılmayı farklı biçimlerle oluşturur. İlkinde yalın, sade neredeyse gündelik dille ölçülü, sessiz ve derin bir anlatımı, ikincisinde ise yoğunlaşmış, gerilimli bir dille sembolik, imgesel ve sarsıcı bir anlatımı yeğler. İlk öykülerde küçük mutluluklar arayan kahramanları aynı sadelikle; Buhûrumeryem'de tutkularını yenemeyen öykü kişileriniyse sembolik, soyut bir yaklaşımla anlatır.

İlk öykülerinin işleyişi, ritmi, kurgusu, tam da dingin bir hayatın işleyişi gibidir. Ağır, bungun ve tekdüze. Anlatıcı her şeyi yerli yerine koya koya, serinkanlı bir yaklaşımla anlatımı kurgular. Hayatın sıkıcılığı, insanın kıstırılmışlığı; metnin formu, hayatın kendisi olarak ortaya çıkar. Şipal, hiç atlamadan her ayrıntıyı bir bir anlatırken sanki hayatın sıkıcılığını ve bireyin kıstırılmışlığını da resmeder, örnekler. Elbiseciler Çarşısı'ndaki "Bir Nikâh Töreni" öyküsünde neredeyse hiçbir ayrıntı atlanmadan (gelin/damadın konumu, nikâh memurunun konuşması, tanıklar, imzalar, tebrikler, ikramlar) bir ritüel şeklinde anlatılırken aslında işin tuhaflığı/tekdüzeliği ve sıkıcılığı da ortaya konmuş olur. Öyküdeki tek duygu aktarımı, anlatıcının nişanlı olduğu ve işlerinin yolunda gitmediğidir. Yine Beyhan'daki "Bir Cenaze Töreni" öyküsünde de bir ölüm olayının tüm ayrıntıları bir bir anlatılır. Böylece yaşamın tekdüzeliğine denk düşen bir biçem tercihi yapılır. Buhûrumeryem'de ise cinselliğin tabu hâline geldiği ve bir şekilde bunu aşamayan ya da arzularını karşılayamayan bireylerin nasıl hastalıklı hâle geldiği işlenir. Bu temaları da soyut, simgesel bir biçemle anlatır. "Nar Çiçeği"nde, iç konuşma ve bilinç akışı tekniğiyle, tümüyle şiirsel ritme yaslanan, bazen kısa kısa cümlelerle bazen tümüyle çağrışımlardan beslenerek kendini soluk soluğa okutan bir metin çıkarır ortaya. Cinsel tutumların, arzuların ve çelişkilerin baskısını yaşayan kahramanın çıkışsız/kaotik hâli, içsel bir derinlikle verilir. Öyküde ritmik yapı, yinelenen ara cümlelerle ve tüm bir öyküye devamlılık unsuru olarak yerleştirilen "nar çiçeği" sembolüyle sağlanır. Bilinç akışı bu karmaşayı âdeta belgeler. Bir anlamda bilinç akışı tekniğinin kıstırılmışlık, çıkışsızlık ve hastalıklı hâlleri izah için nasıl büyük bir anlatım imkânı olduğunu örnekler. Başka bir deyişle bilinçdışının nasıl bir yol, yöntem bulup hayatiyet kazanabileceğini kanıtlar.

Duygu aktarımında, atmosfer yaratmada ve sahnelemede dili incelikle kullanır. Mutsuzlukları, acıları anlatır ama acıyı, mutsuzluğu anlatırken melodrama düşmez aksine acıyı estetize ederek sanat katına yükseltir. Onun en başarılı yanı, abartısız duygu aktarımıdır. Bu serinkanlı anlatım onun bütün öykü serüvenine sinmiştir. Şipal, betimlemeyi sadece gösterme, sahneleme amacıyla değil, zaman zaman olayı, anlatılan şeyi derinleştirip yoğunlaştırmak için kullanır. Burada görünenler, gerçekliğinden kopmuş, tümüyle anlatımın bir öğesi olmuş; yazarın niyetlerine hizmet etmektedir. Bu tarz kullanımda öyküye yansıyan mekân/manzara/çevre, doğada "olduğu" gibi gözüken hâliyle değil, yazarın/anlatıcının "gördüğü" hâliyledir. Pek çok öyküde betimleme, imgesel anlamda kullanılır. Onun en güzel öyküleri olan, "Bilinmez ki", "Rebeka", "Filizî Yeşil", "Nar Çiçeği", "Gülümsedi Az", "Cam Fanus", gün ışığına çıkmak için mutlaka bir yol bulacak.





Yayın Tarihi : 19.09.2019

 
         
Yorum yazmak isterseniz...
İsim
@-posta Adresiniz
@-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.
Yorumunuz
Güvenlik kodu
 
  Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır
 
Okunma Sayısı: 1814