Necip Tosun ::: KANATLARI KAR İÇİNDE NECİP TOSUN         
Necip Tosun
Öyküler 
 
 KANATLARI KAR İÇİNDE NECİP TOSUN


Her sabah koca bir ömrünü geçirdiği başkentin soğuk, donuk, betonsu resmi binalarının yanından neredeyse soluk almadan, sırtını dönerek geçer, uzun sokak yürüyüşünden sonra kendini dükkânının bulunduğu pasajın sıcak, insanı saran, kaybeden loşluğuna teslim ederdi. Neredeyse kimsenin uğramadığı, şehrin unuttuğu bu pasajda rahatlar, onun gölgeliğine sığınırdı. Antikacı dükkânının kapısını açıp içeri girdiğinde, içine bir huzur yayılır, ruhunu sıkan zamandan, yaşamak istediği zamana geçer, sabaha kadar birbirleriyle konuştuklarından emin olduğu eski radyolara, sedef aynalara, gramofonlara, plaklara, çinilere, avizelere "merhaba" der, eline tozluğu alıp onlara tek tek dokunup, konuşa konuşa hepsini temizler, ardından en sevdiği plaklardan bir liste yapıp gramofona bir plak koyar, garsonun getirdiği sabah kahvesini yudumlarken şarkının nağmelerine dalıp giderdi: Kimseye etmem şikâyet/ Ağlarım ben kendi hâlime...

Öyle yapmıştı. Kimseye şikâyet etmeden, hayattan, Anayasa Mahkemesi üyeliğinden kaçıp buraya, pasajın en karanlık, küçücük odasına, bu antikacı dükkânına sığınmıştı. Burası onca çalkantıdan, sarsıntıdan sonra ruhunu dinlendirdiği bir yerdi. Burada dışarıdan hiçbir sızıntı yoktu. Hatıralar, rutubet ve sesler kesilmişti. Hayatın boş uğultularına, bürokrasinin ışıltısına, makamların sahteliğine kapılarını kapatmıştı. Pencereyi açsa bürokrasinin öğütüp sokağa süpürdüğü binlerce aldanmış insan görebilirdi. Her sabah iş çıkışında sarkık, dağılmış yüzler, ürkek gözlerle kalabalıklara karışıp kaybolurlardı. Ama onun pencereleri bütün bunlara sıkı sıkıya kapalıydı.

Burada yeni bir dünya kurmuş, nesnelerle, şiirlerle, kitaplarla kendisini hayattan korumaya çalışıyordu. Çünkü hayattaki tutamakları bir bir kopmuş, giderek bir hayat acemisine dönüşmüştü. Adalet dağıtacağım diye yola çıkmış, oynanan oyunlarla baş edememiş, kötülüğü reddederek içine dönmüş, yüksek mahkemeden istifa etmişti. Hayatının merkezine koyduğu adaletin, merhametin evraklar arasında iç çekişlerini duymuş, onları o sığıntıdan çekip çıkaramamış, ölüşlerine tanıklık etmişti. Aslında hayatı boyunca bir kırılmaya bütün kalbiyle hazırlanır, önlemler alırdı. Kırılacağı ânı hisseder, her türlü önlemi alır, mesela iki adım geri atar, sözcükleri yutar ama yine de içi cam kırıklarıyla dolar, çatırtılar kesilmez, paramparça olurdu. Bürokraside çırpınmış, yazarlıkla uğraşmış, aşklara düşmüş, sonunda kıyıya vurmuştu. İnsan artık hayattan hep bir adım geri çekilerek var olabiliyordu. Öyle yapmıştı. Kimsenin rahatsız etmediği, önemsediği bir dükkânda hayata tutunmaya çalışıyordu.

Şimdi hayatın suyu durgun ve dingindi. Ne fırtına çıkar ne de gemi alabora olurdu. Çünkü bütün insanlık manzaralarından çekilip çıkmıştı. O günden bu yana kravat takmıyor, beyaz gömlek giymiyor, imza atmıyor, resmi dairelere gitmiyordu. Kendi hayatında da saklayacağı, koruyacağı, bugüne getireceği hiçbir mazisi yoktu. Ne evlilik ne çocuk ne makam ne başka bir şey. Artık ne düşü kalmıştı ne sevgileri ne de nefretleri. İhtiyarlık tam da böyle bir şeydi. Şimdi sadece erkenden kalkıp bir günü bitirmenin derdine düşmüştü. Sadece bekliyordu. Ama ölmek çok uzundu: bir ömür sürüyordu. İnsan hep bekliyor, bekliyor, bekliyordu: Umut gelecek, aşk gelecek, çocuk gelecek, itibar gelecek, güneşli günler, iğde kokuları, büyük zaferler ve fetihler gelecek... O da hep bekledi, bekledi, bekledi. Bütün bunlar ne zaman geldi ne zaman gitti hatırlayamıyordu bile. Ama o hep bekledi.

Akşama kadar antikacı dükkânında oturur, müziklerin dünyasında dolaşır, kitapların sayfasında gezinir, bazen hatıralara çarpar canı yanar o an yeniden odasına dönerdi. Titreyen eliyle, yıpranmış, çok eskilerden kalmış bir kitabı eline alır içten, derin bir sesle sesli okur, çok uzaklardan bir şey alıp getiriyormuş gibi hüzünle, dizeleri, bir insanlık tecrübesini masaya, dükkâna getirmeye çalışırdı. Kitapları iyiden iyiye azaltmış, seçilmiş kitaplar kalmıştı sadece: Konfüçyüs, Lao Tse, Mevlânâ, Muhyiddîn-i Arabî, Hallacı Mansur... Bazen bir cümlenin peşine düşer, hayatın bir şifresini bulmuş gibi günlerce o cümle ile yatar kalkardı. Tek dileği sağ salim akşamı etmekti. Zaten yaşlılığın en acımasız yüzü geleceğe ilişkin hiçbir tasarı yapamamaktı. Oyun bitmiş, kederler, sevinçler, arzular dinginliğe ulaşmıştı. Bir günbatımı huzuru ve dinginliği içinde artık gitgide daralan gelecek içinde yerini almıştı. Geçmiş zarar veremeyecek kadar uzakta, gelecek yaralayamayacak kadar kısa ve beklentisizdi. Perde kapandı kapanacaktı. Sadece birbirinin aynı günleri tüketmek kalmıştı. Ne oyunu değiştirilebilirdi ne de rolleri. Beklenilen tek şey perdenin kapanmasıydı. Merak edilen ise oyunun nasıl ve nerde kapanacağıydı. Ne var ki yine de tükenişin son çığlığına, iyi bir fotoğraf olmak istiyordu. Perde ve alkış. Ama hiçbir şeyi kestiremiyordu. Çünkü perdenin ne zaman kapanacağına ilişkin bir kesinlik yoktu. Her sabah antikacı dükkânını açıyor, boşaltılmış bir kasabanın meczup bir kalanı gibi orada bekliyor, bekliyordu.

İhtiyarlığın iyi yanı ise yaşanmışlıklar sise gömülürken, hayatın anlamının billurlaşmaya, ayan olmaya başlamasıydı. Hayat yaşanırken değil her şey olup bittikten sonra anlaşılabiliyordu. Anlamıştı: Bir şenliğe geldik sanmıştı, sevinç çığlıkları arasında, oradan oraya koşacak, yükselecek, uçacak, sürekli sevinç çığlıkları atacaktı. Sonra, çok sonra şenlik aniden dağılmış, sesler, çığlıklar kesilmiş, bir köşede sessizliğe gömülmüştü. Meğerse şenlik dedikleri koca bir boşluk, derin bir sessizlikmiş. Şimdi orada bir ses olarak oturuyor, sadece bazı kalıntılar, kırık dökük anılarla geçmişin varlığını seziyordu. Görüyordu: Hayat tıpkı bir nehir gibi akarken onu seyre çıkmış, gürültülü, coşkun akan nehre karışmış, coşmuş, çöllerden, bozkırdan, ovalardan geçmiş, akmış, akmıştı. Ama bir türlü kıyaya çıkamamış, sağa sola çarpa çarpa şelalelerden dökülmüş, uçurumlara düşmüştü. Bazen şimdi bile sanki hâlâ nehir içinde akıyormuş, onu boğuyormuş da ağlarsa, gözyaşı dökerse onu dışarı çıkarır, nefes alabilirmiş gibi gözyaşı döküyordu.

Hayat heybesi; kavuşmalar ve ayrılıklarla, yükseliş ve düşüşlerle, zaferler ve kaybedişlerle doluydu. Çiçek açmış baharlarla, kar altındaki kışlarla, güneş altında yanmış yazlarla. O her birini ayrı ayrı duygular, ayrı ayrı olaylar ve durumlar sanmıştı. Her biri için ömrünü vermiş, üzülmüş ve sevinmiş, sevmiş ve sevilmişti. Şimdi asıl yakıcı gelen hepsinin eşitlenmiş olmasıydı. Artık aralarında hiçbir farkın olmadığına inanıyordu. Mutluluğun onu elde edince anlamsız, yenilginin ondan çok şey öğrenince üzülmeyecek bir şey, yükselişin ancak boyun eğmekle mümkün olan bir aşağılanma biçimi olduğunu öğrenmişti. Günah diye bildiği her şeyin hep birlikte ortak olduğumuz bir duygu olduğunu da. Çamurdan yaratılmış insanın asla saflığa ulaşamayacağını öğrenmişti.

İnsanın hep kazanacağı bir serüvene doğru yol aldığını sanıyordu. Oysa yolun sonunda görüyordu ki alın yazısına doğru ilerlemiş. Çünkü her seyahatten eli boş dönerdi insan. Bir yığın hayal kırıklığı ve öldürülmüş düşlerle. İlk dönemlerde insanlar hakkında safça bir yürek genişliği sergilemiş ama insanları tanıdıkça yüreği gitgide daralmış sonunda kendi yüreğine kapanmıştı. Devran böyle dönüyordu: Kimi erken kimi geç herkes kendi oluyor ve elinde kendi yüreği kalıyordu. Sonunda insan yaşadıklarında, gördüklerinde belli belirsiz havada uçuşan kendine bakıyor, göklerde süzülen, sağa sola çarpan küçük tüycükler gibi, daha sonra duruluyor, bir merkezde toplanıyor, rüzgâr diniyor, salınma kesiliyordu. Bırakın yılları, insan sabah akşam değişiyor kendini o akşam bile toplayamıyordu. Durmadan değişiyor, parçalanıyor, bölünüyor şekilden şekile giriyordu. Kendinden sıyrılıp kendine baktığında her şeyi görüyordu. Parçalanma bitiyor, bütünlüğe kavuşuyordu. Bu ortamda kendini bir başkası olarak gördüğünde utanç yaşıyordu. Bu derinliği ancak bütün duygularını kendine yönelttiği yalnızlık anlarında görüyordu.

İşte onun için ihtiyarlık; şenliği dağılmış, lunaparkı kapanmış, sonbaharı gelmiş bir kasaba gibiydi. Herkes yanında yorgun gönlünü, beyhude çabalarını, solmuş fotoğrafını sürüklüyordu. Bir son treni bekleyen yolcuydular. Ama insanlar bu dünyadan geçip giderken arkalarından bir mektup bile bırakmıyorlardı. Kederleri nereye gizliyor, o birikmiş hayatları nasıl yatıştırıyorlar bilinmiyordu. Gençlik, orta yaşlılık ve ihtiyarlık birbirlerinden öyle uzaklaşıyordu ki bir yerde karşılaşsalar birbirini tanıyamaz hâle geliyor, üç ayrı kişilik oluyorlardı. İnsan bazen onları çekiştirerek birbirine yaklaştırmaya çalışıyor ama beceremiyordu.

Antikacı dükkânını aslında içe çekilme, yenilgi, küskünlük ve bitmişlik duygusu sonucu açmamıştı. Ona göre antika bulunmaz, eskidikçe değerli olan şey değildi, üzerinde yaşanmışlık taşıyan, hikâyesi olan bir nesneydi. Antikacı dükkânını nesnelere, yaşanmışlıklara yakın olmak, hayata değmek için açmıştı. Buradan bir çıkış bulabilir, hayatın sırrına ilişkin bir hikmet yakalayabilirdi. Dükkânı bir mabet olarak görüyor, içindeki hiçbir eşyayı satmak bile istemiyordu. Sadece denkleri hazırlamış göçe hazırlanıyordu. Bazı sabahlar, bir başka duygu yaşıyor, yeni bir başlangıcın sesini, kokusunu, gücünü arıyordu. Ama şehrin gürültüsünden hiçbir şey duyulmuyordu. İç içe geçmiş ihanetler, iftiralar, haksızlıklar ve hayal kırıklıkları bütün sesleri bastırıyordu. İyilikle, güzellikle, tam bir inanmışlıkla geçen günlerin esintisi ara ara yokluyor, o da pencereyi açıyor, derin derin içine çekiyor, kendine geliyor, fotoğrafları bir birine bağlıyor, yeni bir sevinçle pencereden uçup gitmek, o güzel günlere konmak istiyordu. O vakit aldanmak, bayıltıcı kokulara, samimi inançlara bir kez daha aldanmak için içi coşkuyla doluyordu.

Hayat böyleydi, o kadar muhteşem, o kadar büyük bir mucizeydi ki bir çatlak buluyor, oraya sızıyor, yeşertiyor, coşturuyor, sanki hiçbir şey olmamış gibi insanı kendi şölenine katıyor, kendini yaşamaya zorluyordu. Orda oyuna dalmış çocukluğunu, her marşa koşan gençliğini, sevdiği kadınları, ölümüne adalet mücadelesi yaptığı günlerini görüyor, her şeye yeniden başlamak isteği ile içi içine sığmıyordu. Aşk fısıltıları, çocuk çığlıkları, marşlar, türküler birbirine karışıyordu. Hayat tam da orada sevginin, adaletin, dostluğun dilini konuşuyor, unutulmaz görüntülerle kendi güzelliğine insanı inandırıyordu. O vakit gözleri ışıl ışıl oluyor, kaybettiklerinin derin iç sızısı gözlerine vuruyor, yaşarıyor, içi dağılıyor, kendi içinde yitip gidiyordu. Tam da o anda hayatın bir mucizesi daha gerçekleşiyor yenilgi ile zafer sevgi ile nefret hayat ile ölüm birbiri içine geçiyordu.

Anlamıştı: insan hayat boyu güzel bir hikâyeye yazılmak için, duyduğu her masala, her inanca, her müziğe koşuyor, orda huzur, orada sessizlik, orada inanmışlık bulmak istiyor ama tüm yaşadıklarından sonra hiç kimseye anlatamayacağı anılarla geri içine çekiliyor, bir antikacı dükkânında eşyaların hikâyesine dalıp gidiyordu. Dışarıdaki cıvıl cıvıl sokaklar, göğü doldurmuş maviler, beyazlar, gürül gürül bahar bile onu cezbetmiyor, tüm seslere kapalı, gölgeler, loşluklar ve boşluklarda huzur buluyordu. Şimdi kalbine, heyecanlarına, iyiliklerine mahcup olmuş, tüm olup bitenlerden sonra onları yeniden bir şeye inandıramayacağını düşünüyordu. Hayattaki kayıplar ve kazançlar, mallar ve yokluklar bir şekilde onarılıyordu da insan kendine, duygularına söz geçiremiyordu. Ama her şeye karşın yine de yenilmişlik duygusu içinde değildi. Yenilmişlik duygusundan nefret ederdi. İçine çekilmişti o kadar.

Ona göre insan hiçbir zaman tamamlanamaz bir varlıktı. Bitmemiş bir beste, sayfaları yırtılmış bir telefon rehberi, oyunun ortasından perdesi kapanmış bir tiyatro, anılarının çoğunu kaybetmiş bir bellek... Ama insan ömrünün sonunda gelecek beklentisi olmadan her şeyi tamamlamaya, ruhunu derleyip toparlamaya uğraşıyor, eski bir defter, bir fotoğraf, bir müzik eski bir hatıra, gördüğü, duyduğu her yere koşuyor, tamamlanmaya çalışıyordu. İnsan kırıldığı yerden fışkırır, dal budak salar dünyaya, kül olduğu yerden ateş kapar, dünyayı ışıtır, yakar diye okumuştu. İnsan kırıldığı yeri terk ederse, kül olduğu yerden kaçarsa, kırılmaya, kül olmaya devam ediyor, içindeki boşluk devam ediyordu. O da kırıldığı yerlerde tamamlanmaya çalışmış ama hep eli boş dönmüştü. Yarı yolda yolunu kaybediyor, çıkmaz sokaklara sapıyordu. Çünkü insan doğduğunda yanına yol haritası olsun diye hayat bilgisi kitabı bırakılmıyordu. Her insan yaşadıktan sonra o kitabı kendi yazıyordu. Ancak parmak izi gibi her kitap farklı oluyor kimsenin işine yaramıyordu. Sadece başlık aynıydı: Ah Yalan Dünya.

Akşam olmuştu. Ama bugün öylesine bir gün değildi. İçinde için için yanan bir yangın vardı. Tekinsiz, ateş gibi bir şey... Dışarıdan sesler geliyordu. Şehrin sesleri, araba sesleri, hayatın uğultusu. Pencerenin ardında akıp giden bir hayat vardı. Dışarıda olup bitenler hiçbir zaman ilgisini çekmemişti. Orada yaşananları biliyordu. Körelmiş vicdanları, merhametsizlikleri biliyordu. İşte gün batıyor, şehirde akşam oluyordu. Ama bugün içinde karşı koyamadığı bir coşku vardı, içi içine sığmıyordu. Paltosunu giyip çantasını aldı. Işığı söndürdü. Kapıyı, avizelerin, plakların, zaman makinelerinin üstüne kapattı. Caddeye çıktı.

Bütün gün yağan kar şehri bembeyaz örtüsüyle örtmüştü. Güvenpark ışıl ışıldı. Çamlar, çınarlar, akasyalar karlar içindeydi. Kara gömülmüş banklar oturulamayacak hâldeydi. Fıskiyeli havuz âdeta kara eşlik ediyordu. Sokak tıklım tıklımdı. Memurlar vitrinlerin önünü doldurmuştu. Burada resmi beton binalar iç karartıcı bir görünüm sergiler, sokaklar kapkaranlık olurdu. Ne zaman bir resmi binanın yakınlarından geçse iniltiler duyardı. Bugün kim bilir kaç vicdan, kaç merhamet bir odada boğulmuştur diye düşünürdü. Bu yüzden iş çıkışlarında resmi binaların önünden geçmeye çekinirdi. Şimdi kar yağıyordu: karanlıklara, adaletsizliklere, ihanetlere, başkentin tüm yanlış işlerinin üstüne. Bürokrasinin kararttığı hayatların üstüne, ciddiyetin suratsızlaştırdığı insanların üstüne; sokakta kimselerin tanımadığı müsteşarların, genel müdürlerin, şube müdürlerinin, evrak memurlarının, hâkimlerin, savcıların, mühendislerin üstüne; evrakların, ihalelerin, mahkeme kararlarının üstüne; odacıların, kalfaların, bankacıların, çırakların, postacıların üstüne. Başkente kar yağıyordu, bürokrasiye, devlete, iktidara; polislerin, subayların üstüne kar yağıyordu. Yargıtayın, Danıştayın, Anayasa Mahkemesinin, Orduevinin, Devlet Konuk Evinin, İmar Bakanlığının, Hazine Bakanlığının üstüne kar yağıyordu. Kar yağıyor, şehir bir uçtan bir uca temizleniyordu.

Köşedeki kestaneci üşümüş elini ısıtıyor, simitçi kalabalıklara bakarak çay içiyordu. Sanki gün batmıyor, ışıl ışıl, beyazdan oluşan yepyeni bir gün başlıyordu. Ateş gibi, sevgi gibi, merhamet, adalet gibi bir gün. Kar, resmi binaları, karanlıkları, sesleri örtmüş tüm güzellikleri ortaya çıkarmıştı. Bir güzel ahengi olmalıydı hayatın, her yaşta bir makama denk düşen, bazen coşkulu bazen hüzünlü bir ahenk. Demek ki hayatta o ahengi yakalayan insanlar mutlu oluyordu. Kar şehre bir ahenk vermişti. Bu ahengi bozmak mümkün değildi. Sanki herkesi bir kar coşkusu sarmış, güzelleşmiş, parlamış, karanlıklardan, baskılardan sıyrılmış gibiydiler. Herkes kendi olmuştu. Caddeden akıp giden arabalar mutluydu. İnsanlar kara baksa, bu nedensiz yağışı, tüm şehri sarıp sarmalayışını düşünse her şey düzelir gibiydi. Üşümeyi unutmuş, karın gökyüzünden indirdiği, yaydığı merhameti giyinmişlerdi. Ağaçlar yıllardır karı bekliyormuş gibi ellerini gökyüzüne açmış, onunla kucaklaşıyor, sarınıp örtünüyordu. Yorgun insanlar dilekçelerden, kararlardan, dosyalardan kurtulmuş âdeta kendilerine gelmiş, hayata karışmışlardı. Cadde insanlara güzel gözükmek isteyen bir canlı gibi renkten renge girerken, güzellik, merhamet bir yankı olmuş insanların arasında geziniyordu. Asfaltın erimiş karları sokak lambalarıyla parlıyordu. Gri bulutlar, resmi daireleri, AVM'leri, yüzyıllık köhnemiş binaları temizliyor, kar şehri bir suluboya resmi gibi boyuyor, kendi rengine dönüştürüyordu. Ama kar en çok ağaçları güzelleştiriyor, bembeyaz çiçek gibi gelinlik giydiriyor, çamlar, çınarlar, akasyalar yeni giysileriyle birbirleriyle yarışıyordu. Ağaçların arasındaki sokak lambaları şehri aydınlatmak için değil güzelleştirmek için yanıyordu. Arabalar karanlıklardan bir ışık olarak geçiyor, reklam neonları akşamın renk renk büyüsüne katkıda bulunuyordu. Bu havada bir insanın aklına kötülüğün, ihanetin gelmesi imkânsızdı. Kar yağıyor ve insanı kendi masalına çağırıyordu. Örselenmemiş, dokunulmamış bir mucize gibi uzanan sokağa, kafelerden içli şarkılar taşıyordu. İnsan iyileşsin diye kurulmuş bir sahne gibi bir uçtan bir uca uzanan sokakta tek bir yanlış nota yoktu. İnsanlar ellerinde sıkılmaktan ezilmiş hayatları bırakmış bir mucizeye karışmışlar, her köşebaşında kaybedilmiş bir dostları çıkacakmış gibi umutla kuşanmışlardı.

Yara bere içindeki ruhunun yavaş yavaş iyileştiğini hissediyor, bu sokağı ilk kez görüyormuş gibi, çürümüş, köhnemiş resmi dairelerin bir bir çöküşünü izleye izleye yürüyordu. Hayır, yürümüyor, âdeta sürükleniyordu. Ruhundaki kir, pas silinmiş, içinin kar gibi beyazladığını, bir hafiflik bir huzur bir genişlik hissediyordu. Kanatlarını açsa uçabilir, bu masala karışabilirdi. İnsan ne tuhaftı, bir saniye içinde ya karamsarlık içinde yok oluyor ya da bütün dünya kendisinin gibi sevincin uçlarında geziniyordu. Hayat buydu, sürekli değişen, yeni yepyeni değişimler gösteren gökyüzü gibiydi. Her tarafta kar olarak yağan düşüncelere baktı. Adalet, merhamet, vicdan, sorumluluk, helal, sabır, hoşgörü, hakikat, gerçek, doğruluk, iyilik, ehliyet, liyakat, bilgi kar olmuş yağıyordu, sonra şarkılar ve her şey... Onlarla birlikte, beyaz, aydınlık, tertemiz bir dünyaya doğru sürüklendiğini hissediyordu. Bir müjde, bir masal, bir aydınlık olarak kar yağıyordu. Sokak lambalarının ışığı yüzünü aydınlattı. Kirpiklerinde, yüzünde tatlı, yumuşak kar tanelerini hissetti. Uzun kirpiklerinin arasından sokağa baktı. Sokak, büyülü, ışıltılı bir ayine dönüşmüştü. Kar tüy gibi yumuşak bir dokunuşla kimseyi atlamadan, ayırmadan merhametle sarıp sarmalamıştı. Herkes susmuş şimdi Tanrı konuşuyor, herkese bir şey söylüyor, kutsal bir kalem ile şehri bir boydan bir boya yeniden çiziyordu. Kar çirkinlikleri örtmüş, sivrilikleri soldurmuş, bütün kötülükleri yutmuştu. Kimsenin kimsesiz olmadığını, yoksullara, yalnızlara, çaresizlere herkesi koruyup kollayan, yaşatan bir güç olduğunu hatırlatıyordu. Tanrı insanlarla ister depremle ister bereketle ister karla konuşurdu. Şimdi karla konuşuyor, merhamet üflüyor, acıları kovuyordu. Kaos dağılmıştı. Yer gök birleşmiş her yer beyaz olmuştu. Her şey yeni yaratılmış gibiydi: Masum, bakir ve dokunulmamış.

Kendini iki dünyanın sınırında hissediyordu. Bir adım atsa her şey güzelleşecekti. Sanki kendinden kopup farklı bir varlığa ulaşacak orada huzur ve sükûn bulacaktı. Ara ara iki dünya arasında gidip geliyordu. Reddettiği dünyayı bu varlığı ile yaşaması hep bir çileydi. Giyindiği yeni varlıkta her şey güzelleşiyordu. Yeni bir varlığa nasıl geçiliyordu onu bilmiyordu. Yaşadığı dünya bilmediği bir dünya değildi, bildiği bir dünyaydı, bildiği, bu yüzden reddettiği bir dünya. O dünya şimdiki varlığını reddetmiş dışarı vurmuştu. Parktaki banka doğru yürümeye başladı. Yüzüne, gözüne karlar doluşmuştu. Kuşlara, çocuklara ve ışıklara gülümsüyordu insanlar. Bir dünya şölenine gidiyor gibi konfetiler yağıyordu üstlerine... Bu gece babasız çocuk yoktu, terk edilmiş sevgili, yolunu kaybetmiş meczup... Bin yılın karı yağıyordu üstlerine, merhametin rengiyle boyuyordu herkesi. Bir mahşerdi sanki. Kar yumuşak, ince bir fısıltı gibi, kulaklara eğilip söylenen kısık sesli büyük bir müjde gibi yağıyordu. Hayır, ıslatmıyor, suyunu saklıyor, küçük, nazik dokunuşlarla yüzlere, ellere değiyor, insanı büyülüyordu.

Eline zorla tutuşturulmuş hayatın tüm sayfalarını yırta yırta yürüyordu. Mahkeme kararlarını, ihanet sözlerini, aşağılama cümlelerini, kararları, sözleşmeleri, ucundan kan damlayan mühürlü her sayfayı, hayatı inkâr eden tüm tutanakları bir bir yırtıp karanlığa ve karların müthiş örtücülüğüne atıyordu. Çok uzağında kalmış sese kavuşmak için karlara dalıyor, geride bıraktığı izlerden bir bir kurtuluyor, sahte dostluklardan, küllerinden yeniden doğmak için, ellerini iki yana açıp birazdan uçacak bir kartal gibi, kardan görünmez olmuş yeleleriyle yükseliyor, yükseliyordu. Sanki o duvarı aşsa bir başkası olacakmış gibi, zamanın kalbini delip çıkacakmış gibi yükseliyor, yükseliyordu... Artık sesler kesilmiş, her şey geride kalmıştı, makam odaları, makam arabaları, AVM'ler, çekler, senetler, yanlış kararlar hepsi geride kalmıştı. Yükseldikçe her şey küçülüyor, önemsizleşiyordu. Sanki bir düşün içindeymiş gibi, hafif bir müzik eşliğinde, sırtına vuran ay ışığının altında, karlarla kaplı şehre, köprülere, küçücük kalmış gökdelenlere, şehrin yaslandığı dağlara bakıyordu. (İtibar, Ağustos 2019, Sayı: 95)



Yayın Tarihi : 30.08.2019

 
         
Yorum yazmak isterseniz...
İsim
@-posta Adresiniz
@-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.
Yorumunuz
Güvenlik kodu
 
  Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır
 
Okunma Sayısı: 2272